Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Amerikan ana akım sinemasının karşısında durarak 70’lerde çığır açan Terrence Malick, kariyerinin 30 senedir proje aşamasındaki beşinci filminde adeta döktürüyor. “Hayat Ağacı”, evrim teorisi ve paralel evren gibi kavramlar üzerinden yürüyen nihilist ve eklektik bir bilimkurgu olarak anılabilir. Çokça “2001: Uzay Yolu Macerası”nın ruhunu hatırlatsa da esasen yönetmenin Michelangelo Antonioni, Jean-Luc Godard, Andrei Tarkovsky, Alain Resnais gibi modern Avrupa sinemasının auteurleriyle benzerlik gösteren kariyerinin en uç noktalarından biri kıvamında. Ses, kurgu, sinematografi ve müzik konusunda akıl sır erdirilemeyecek yollar açan Malick, ayrıksı bir üslup ve film modeli yaratmış. “Hayat Ağacı”, Amerika’nın sosyopolitik tarihçesi üzerine sert bir kroşe olarak görülebilir. Aynı zamanda ‘çekirdeğinden çıkıp devasa binalar arasında mahkum olmaya kadarki süreçte insanoğlunun en sancılı dönemi hangisidir?’, ‘evrim teorisine göre tek tip insanlar ve tutucu ailelerin yaratımıyla makineleşme çok öncesinde başlamış olabilir mi?’ gibi konuyla ilgili daha önce sorulmamış soruların izinde oluşan sersemletici metinleri de dikkat çekici filmin. Başlı başına bir sinema meditasyonu, bir sezgisel yolculuk, bir evrim senfonisi ya da nesiller geçtikçe değerine değer katacak bir başyapıt izlemeye hazırlanın!

        Sinemanın bütün hikaye anlatma gereklerini yıkıp, onlarından her birinden incelenesi ayrı bir damar oluşturan Terrence Malick, 70’lerden bu yana formüllerle ve seyirciyle başı dertte bir ustadır. Onun auteur sineması içindeki duruşuyla herhangi bir kesmi kolaylıkla yakalabildiği görülmemiştir. Bunun da sebebi 1972’deki ilk filmine kadar hakim olan ana akım anlatı tekniklerinin tamamını tersinden kullanmasıdır. Lafın özü Jean-Luc Godard, Michelangelo Antonioni, Andrei Tarkovsky kadar yapıbozucu bir modern sinema aşığıdır kendisi.

        Evrim teorisi odaklı filmler 2000’lerde arttı

        Bu dönemde Martin Scorsese, Robert Altman ve Peter Bogdanovich ile birlikte ‘Avrupa sinemasındaki yönetmelik algısını Hollywood’a taşıma’ konusunda ekol oluşturan Malick, aynı zamanda da bu eğilimin en nev-i şahsına münhasır ismidir. Onu birkaç cümlede incelemek ya da analiz etmek çok kolay değildir. Ancak “Hayat Ağacı”na (“The Tree of Life”, 2011) bakınca üstadın ruhuna yaraşır bir ‘evrim teorisi meseleli meditasyon’ görebilmek mümkün. Film de aslında ‘hikaye kurgusu’, ‘ses kullanımı-işitsel yapı’, ‘görsel yapı’, ‘sezgisel yolculuk’ ve ‘cümleler üzerinden yürüyen dramatik yapı’ kollarından beş kanal açarak yorumlanabilir.

        Öncelikle Terrence Malick’in ‘katil aşıklar filmi’, ‘western’, ‘savaş filmi’ ve ‘tarihi-dram’ noktasında yaptığı entelektüel-alternatif duruşların ardından burada bilimkurguya kendi çerçevesinden bakmasına değinmek lazım deriz. Halihazırdaki ürünün de “2001: Uzay Yolu Macerası” (“2001: A Space Odyssey”, 1968) sonrası artan evrim teorisi ve paralel evren temalı filmlerin en ayrıksı ve zor versiyonunu sunduğu bir gerçek. “Kaynak” (“The Fountain”, 2006), “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” (“The Curious Case of Benjamin Button”, 2008), “Bay Hiçkimse” (“Mr. Nobody”, 2009), “Deccal” (“Antichrist”, 2009) gibi son dönemde bu alanda söyleyecekleri olan özgün eserlerin bir bakıma Malick temsilini oluşturmuş bu yapıt.

        Mistik ve teolojik bir zemin

        Evrim üzerinden 1950’ler ve günümüz Amerika’sını karşılaştıran bir söylem üreten yönetmenin, fazlasıyla duyusal ve hipnotik bir yeti oluşturduğu kesin. O noktaya ulaşırken Kubrick’in epizodik anlatısına yanaşmaktan ziyade onun özündeki temaları alan üstadın, Amerika’nın Batı’sındaki düzen ile ilgili daha önce de gözlemlediğimiz sorunlarını yine orada konuşlanan bir aile üzerinden canlandırdığı bir gerçek. Hedefi ise banliyö yaşamındaki din, aile, şiddet gibi temalarla olan dertlerini mistik ve teolojik bir zemin üzerinden canlandırmak. Bunu yaparken bir bakıma ‘Vahşi Batı’ algısından yükselen Texas kavramı üzerine her zamanki gibi bir ‘Yeni Amerika’ duruşu oluştururken ‘ruhu ilkel, at üstündeki dönemle aynı kalan insanlar’ın analiz ettiği görülebiliyor.

        Temasal anlamda birazcık Tennessee Williams’ın 1950’lerde sinemaya verdiği uyarlamalarla haşır neşir gözüken dramatik yapının aslında yönelimi çok farklı. Zira oralardaki özel hayattan ziyade ataerkil aile yaşamındaki muhafazakar ve baskıcı iradeyi masaya yatırmak istemiş Malick. Bunun için oluşturduğu tabanından da kapitalizm-küreselleşme patlaması yapan günümüz dünyasına kadar uzanan bir omurga oluşturmuş.

        “2001”in epizodik anlatısını reddetmesi amacını belirlemiş

        Zira burada O’Brien çiftinin Jack adlı oğlunun hikayesini, günümüzde Sean Penn’in can vermesine istinaden ‘gelişmiş-olgunlaşmış’ haliyle görüyoruz. Araya giren ‘evrim teorisi’ duruşuyla evrende şekillenen kimi belgesel görüntüleri ise Malick’in filminin amacını ya da halet-i ruhiyesini ortaya koymaya yarıyor. Normal şartlarda 1950’ler, 2000’ler ve evrim adlı parçalara ayrılması gereken anlatıyı Malick, tamamen tersyüz etmek istemiş.

        Kubrick’in “2001: Uzay Yolu Macerası” ile yakaladığı destansı dokunuşu farklı bir boyuta transfer etmiş diyebiliriz. Zira onun dünyasındaki mükemmelliyetçi hava burada da hissedilmesine karşın, ses skalası ve görüntü skalasını detaylıca ele alınca ‘eklektik’ sıfatının serbest boyutlarına açılıyoruz.

        Ana karnından açılıp yol alırken belli dönemlere odaklanmış

        Açılışını evrendeki ‘ana karnı’nda yapan filmin, buradan direk anne karakterinin küçüklüğünün bakış açısına geçiş yaptığı görülebiliyor. Bunun ardından müstakbel annenin baba ile tanışıp evlenmesine, sonrasında da çiftin çocuklarının birinin ölmesine uzanan süreç masaya yatırılmış. Sean Penn’in bölümü bunun üzerine bindirilirken, arkasından gelen deniz yaratıklarından dinozor üretimine kadar gelişen sürecin ‘karamsar belgesel’ karşılığı sanki filmin omurgasını belli etmiş.

        Malick, Amerikan insanının tutucu zemine nasıl, hangi yollarla yerleşip oradan beslenerek kapitalizmin büyük duvarları arasına sıkıştığını masaya yatırmış. 1950’lerin şiddet eğilimi aşılayan, baskıcı ve kökten dinci ailelerinin şimdilerde iş hayatına sızıp gerçek bir mükemmellikle sarılmasına karşın, kaynaklarını kaybetmemesi ana mesele. Bunun ucu da Bush ve Obama’nın seçilmesinin arkasındaki ‘toplumsal yetiştirilme’ye dayanıyor. Aslında yönetmen tüm bunları düz bir anlatıyla ele alırken, 60-70 senelik sürece, 1960-2000 arasındaki zaman dilimine de ‘biyografisel’ bir yaklaşımla odaklanabilirmiş.

        Hikaye kurgusunu lime lime etmekle işlevlerine başlamış

        Ancak ana akım anlatıdaki hikaye kurgusunun lineer olması görüşünü bir kenara bırakan yönetmenin, şu ana kadar söylediklerimiz de dahil olmak üzere ‘hayat parçaları’ ve ‘diyalog parçaları’nı bir yapının içine iğne iplik kıvamında geçirdiği görülebiliyor. Öyle ki ‘erkek kardeşim’, ‘annem’ laflarını duyduğumuz Jack’in açılış sekasındaki ‘hikaye dışı ses’ (non-diegetic voice) depolaması, beklediğimiz gibi olmuyor.

        Gerçek bir aile tablosu, gerçek bir ölüm, gerçek bir yalnızlık veya gerçek bir çocukluk periyodu izleyemiyoruz. Aksine yönetmen, ana diyalogları elerken, evin bahçesinin orta yerine bir ‘hayat ağacı’ yerleştirip paralel evrenler arasındaki bağı kuvvetlendiriyor. O metaforik öğeyi de böylesi anlarda öne çıkarıyor. Ancak onların geçişini ‘uyum kesmesi’ (match cut) yerine ‘bağlayıcı çekim’ (cutaway) dediğimiz hikaye akışını yitiren zıtlaşma yanlısı bir teknikle yapması amacını ortaya koymuş Malick’in.

        Anlatıcı sesinin işlevi temasal dağıtım sağlamak

        Zaten banliyö evindeki yaşamın annenin çocukluğundan başlayan hikayesinde de sıçramalı kurgu, hareketten kesme gibi tekniklerin, ‘ara plan’ ya da ‘detay çekim’ sonrasına yerleştirildiği görülebiliyor. Bu noktada da ne kadar zaman geçtiğini anlayamadığımız ama temaların havada uçuştuğu bir senfoni izliyoruz. Zira klasik müzik odaklı müzik skalasının üç bölüm için de ayrı bir volümde hareket ederken, anne ve çocuk karakterlerinin içsesiyle yürüyen anlatının ‘siyah-beyaz kara film’lerden aldığı bir anlatı tekniği var.

        Ancak bunlar da evrim teorisi üzerine filizlenen hikayeyi betimlemekten ziyade seyirciyi yabancılaştırmayı seçmiş. Zira ‘içses’, olan bitenle ilgili aydınlatıcı bir tanım yapmak için değil de Malick’in zihnindeki ‘şiir’, ‘hayat’ ve ‘günümüz toplumu’ görüşlerini ortaya koymak için yerleştirilmiş. Aynen “İnce Kırmızı Hat”takine (“The Thin Red Line”, 1998) benzer bir işlev üstlenmiş.

        Adeta dinozorun ormanda doğduğu sürece kadar uzanan ‘kromozomlar evren boşluğundan girip önce hayvanı, sonra insanı yarattı’ temalı orta bölüm de Antonioni’nin “Tutulma”sının (“L’Eclisse”, 1962) sondaki güneş tutulması sekansı misali ‘yaralayıcı’ bir işleve bürünmüş. Esasen “2001: Uzay Yolu Macerası”nın maymunlu girizgahını akla getirse de Malick’in amacı hipnotik ve senfonik sıfatlarını aktif hale getirmek olmuş. Kubrick’in geniş açılar ve genel planlar odaklı anlatısından uzak durması da bu konudaki ‘nokta’yı keskin olarak koymasını sağlamış.

        Kamera kullanımı devrimci anlatının ayrıksı damarını oluşturuyor

        Buna istinaden en önemli atılımı; ses, müzik ve kurgu düşüncesinin ışığında daha bir anlam kazanan kamera konusunda yapmış. Banliyö bölümünde kamerayı evrimin geleceği orta kısma yerleştiren yönetmenin, adeta ‘çekirdeğinden doğan insanlar’ edasıyla kendi ‘mitolojik’ bakış açısını devreye soktuğu kesin. Bu durum dramatik açıdan bakınca, insanı hayvanla ve makineyle eşdeğer bir ‘süreci devam ettiren piyon’ olarak betimlemiş. Görsel açıdan inceleyince ise Pitt ve Chastain gibi bilinen oyuncuların yüzlerinin çok az gözükmesini sağlarken kameranın keskin devinimleri, sıçramalı kurgu dokunuşları ve uzun kaydırmalar arasında gidip gelmesini sağlamış.

        Açı-karşı açı tekniği tamamen yıkılırken zaman zaman çok yakın plan (extreme close-up) algısı, teleobjektiflerin hakimiyetinde bir başka yabancılaşma hissi getirmiş. Ancak bu kullanımın kapitalizm mağduru günümüz insanına geçince gerçek anlamda bir alt açı ya da röntgenci kamera halini aldığını görebiliyoruz. O kısımlarda keskinleşen alt açının neredeyse Jack’in şimdikili görünümüne denk gelen Sean Penn’in ayağına konulduğu ve onun üstündeki uzun binalarla ‘küreselleşmenin sıkıştırdığı iş insanı’ portresi çıkarttığı çok bariz. Bunun dışında da röntgenciliğe yönlendiren kapitalizm patlaması ile 1950’lerin taşra yaşamındaki ‘doğal filizlenme’ arasındaki farkın ortaya konulması sağlanmış.

        Keskin bir düzen eleştirisi

        Tabii bu noktada işitsel anlamda banliyö kısmının daha yüksek müzik volümüyle, şehir kısmının ise bol içsesle tasarlandığını belirtelim. Araya giren, su, yanma ve mağara gibi kısımlar ise ‘hangi insan nereden çıkıyor?’ görüşünü ortaya koyarken, bitki ile hayvandan farkı olmayan bir ‘insan’ tanımını yapmaya yaramış. Sondaki Alain Resnais filmlerinin belleğe yaklaşımını hatırlatan ‘teolojik yerleştirilme mekanı’ ya da ‘paralel evren’ ise bir bakıma yönetmenin evrim teorisi açılımında insanların yerlerine gönderilirken ‘yukarıda bir platformda’ buluştuğunu gösteriyor. Yani üstümüzde var olan teolojik bir gücün isteğiyle dünya ve onun piyonları ürüyor. Anne, baba ve iş hayatı böyle şekilleniyor.

        Malick’in de hedefi evrim teorisinin gerçekleriyle insan ırkının 2. Dünya Savaşı sonrası süreçteki barışçıl haliyle gittiği noktaları ele almak. Kapitalizmin yavaş yavaş kendini hissettirdiği düzenin içinde tutucu yetiştirilişin binalar arasındaki küreselleşmiş iş yaşamına kadar yürüdüğünü incelemek. Bu da westernlerde gördüğümüz çiftçilikten öte iş kollarının gerçekliğini ortaya koymuş. Malick insanoğlunun ‘çekirdek’inden çıkıp ‘hayat ağacı’nın katkısıyla nerelere ulaştığı üzerine keskin bir günümüz toplumu analizi sunmuş. Kapitalizmi eleştirmekten ziyade evrim teorisinin getirdikleri üzerinden bir yorum ya da bir Amerika taşlaması sunmuş. Ancak bu çerçeveyi çizerken, ‘tek tipleştirilen insan modellemesi’ni evrim teorisinin Malick etiketli ‘mitolojik’ tanımına göre yapmış.

        FİLMİN NOTU: 9.7

        Künye:

        Hayat Ağacı (The Tree of Life)

        Yönetmen: Terrence Malick

        Oyuncular: Brad Pitt, Sean Penn, Jessica Chastain, Hunter McCracken

        Süre: 139 Dk.

        Yapım Yılı: 2011

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar