Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kerem Akça’nın önerdiği “İçinde Yaşadığım Deri” yarın vizyona giriyor.

        1930’larda korku sinemasının emekleme döneminde devreye giren bilimsel deney filmlerini akla getirirken, ona 1960’larda Georges Franju ile Hiroshi Teshigahara’nın aşıladığı ‘modern dokunuş’u yaşatabilen bir eser. “İçinde Yaşadığım Deri”, bir cinsel kimlik bunalımı yorumu sunarken, ensest, tecavüz, saplantı ve çarpık ilişkiler üzerinden yürüyen aile tablosunun keskin geçmişini incelemeye almış. Almodóvar, ilk döneminin iddialı ve cüretkar hali ile ikinci döneminin olgun, ciddi ve derinlikli dünyasını iç içe geçirip, olsa olsa David Cronenberg veya Jesus Franco’da görebileceğimiz bir dokuyu harekete geçirmiş. Amerika’da bir fanusun içine sıkışıp nefes alamayan alt türü bu boyutsuzluğundan arındıran “İçinde Yaşadığım Deri”, deli bilim adamı deyince ‘alt kültür’ üzerinden aklımıza gelebilecek, plastik cerrahi ile dertleri olan arşivlik bir sinema ürününe dönüşmüş. Alanın içinde Franju’nun “Eyes Without a Face”i ile Teshigahara’nın “The Face of Another”ını izlediğimizde yaşadığımız zafer sevincini 2011’de bir kez daha tatmamızı sağlıyor.

        30 yıllık külliyatının ilk dönemindeki cinsellik üzerinden yükselen alaycı taşlamalarıyla ve son 15 seneyi kapsayan modern melodramlarıyla bilinen Pedro Almodóvar, burada farklı bir meseleye kafayı takmış. David Cronenberg’in ve yönetmenin vatandaşı kült yönetmen Jesus Franco’nun çekmesine şaşırmayacağımız bir hikayeye sahip “İçinde Yaşadığım Deri” (“La Piel Que Habito”, 2011). Filmin bu noktadan ulaştığı yerler ise şaşırtıcı derecede derinlikli, özgün ve sürükleyici aslında.

        Bilimsel deney filminin temeli duruma göre değişkenlik gösterir

        Tabiri caizse ‘Alacakaranlık kuşağı’ filmi olarak start alan eserin, buradan depoladıklarıyla gerçek anlamda ‘body-horror’ (bedenle bağ kuran korku filmi) alt türünden sıyrılıp 1930’ların popüler bilimkurgu/korku formülü ya da alt türü olan bilimsel deney filmine açıldığı söylenebilir. Ancak o kavşağa ulaşırken ciddi anlamda karşımıza çıkardıklarını ince eleyip sık dokuyarak; cinsiyetler arası dönüşüm, metamorfoz ve mücadele kavramlarının üzerinden yürüdüğü kesin.

        Henüz korku gerçek bir ivme kazanmamışken canavar filmlerinin etrafı sardığı sesli dönemin ilk yıllarında öne çıkan bu gelenek, yaratıcı-yaradılış ilişkisi açısından kimi zaman duygusal, kimi zaman felsefik, kimi zaman dini, kimi zaman politik, kimi zaman sosyolojik araştırmalar sunmuştur. “Dr. Jeykll and Mr. Hyde” (1931), “Doctor X” (1932), “Island of Lost Souls” (1932), “The Invisible Man” (1933), “The Man with Nine Lives” (1940) ve “The Mad Ghoul” (1943) gibi ürünlerle kendine fazlaca temsil bulmuştur. Hatta bununla kalmayıp ‘deli bilim adamı’ kavramıyla anılmasının katkısıyla sinema tarihinin yapraklarına Dr. Moreau ve Dr. Jeykll gibi tipler, etiketler ya da kült figürler de armağan etmiştir.

        Sanayileşme eleştirisi depolayan bir damar

        Bu bilimin gerçekliği-mantığı alt ettiği ve ‘sanayileşme’ eleştirisiyle depolanan konseptin, teknolojik gelişmeler ve boyut atlayan kapitalizmle birlikte biraz geri çekildiği görülmüştür aslında. Nihayetinde metinsel olarak ana hedefi, ‘canavar oluşturma’ noktasında Mary Shelley’nin ‘Frankenstein’ romanının özündeki duyguyu izleyiciye hissettirmektir.

        Bu noktada da Amerikan sinemasında bu alana en yakın filmler onun uyarlamalarının yanı sıra Vincent Price’ın parlattığı yeniden çevrimi de olan “Sinek” (“The Fly”, 1958) ve “The Tingler” (1959) olarak görülebilir. Bu alt türün tabanında genelde hayvanları daha zeki hale getirme, yaratılan şeyin teknolojik boyutunu arttırarak kaderci hayat izleğini yıkma, yeni bir canlı yaratma veya dünyaya meydan okuma vardır.

        Dünya sinemasındaki ayrıksı başyapıtların izinden gitmiş

        Son 50 senede ise “Eyes Without a Face” (“Les Yeux sans Visage”, 1960), “The Face of Another” (“Tanin no kao”, 1966) ve “Sil Baştan” (“Eternal Sunshine of the Spotless Mind”, 2004) gibi ilginç modern örnekler ya da başyapıtlar veren bilimsel deney filmi, hiç kuşkusuz Almodóvar nazarında bir hayli aykırı bir yere oturmuş. Bu da yönetmenin tartışmalı kavramlar ile doldurduğu, melodram tarafı yontulmuş bir izlek sunmasına olanak tanımış.

        Bu durum karşısında oluşan tablonun cinsel kimlik arayışını; intikam, ensest, tecavüz, saplantı gibi temaların yanında silah ve ameliyat gibi birbirine yakın durmayan motiflerle yan yana andığı görülebiliyor. Almodóvar’ın en önemli özelliği ise Douglas Sirk’te de gördüğümüz pembe dizi estetiğinin ve onun ışığında gelen karakterlerin yanı sıra kostüm-makyaj-sanat yönetimi bütünlüğünü de her daim ayakta tutuyor olması.

        Cinsiyetler arası mücadelenin sineması

        Buna istinaden yönetmenin karşımıza çıkardığı dünyanın 30’ların şatolarına benzer bir mekandan seslenip orada yaşayan kent burjuvazisinin yozlaşmasını mercek altına alması ilginç. Ancak esaslı Almodóvar omurgasını oluşturan ‘geçmişte saklanan sırlar’a kısa bir süre sonra “Konuş Onunla”nın (“Hable Con Ella”, 2002) sinema dilinde yükseldiğini gördüğümüz sinsilikle ve yumuşaklıkla yaklaşması şaşırtıcı değil.

        Bu durum ilk döneminde komediye meyleden tartışmalı meseleleri “Kötü Eğitim” (“La Mala Educación”, 2004) damarında gördüğümüz ölçeklerde ciddi bir dramatik yapı üzerinden seslenir hale getirmiş. Bu noktada Almodóvar’ın hikaye kurgusu oluşturma yetkinliğiyle de günümüz ile altı yıl öncesi arasında gidip gelen anlatıyı zekice kurguladığı görülebiliyor. Yüksek hikaye anlatma becerisi ve etrafı saran ‘ağlak’ motiflerle donatılan “İçinde Yaşadığım Deri”, bir kimlik bunalımının, saplantının ya da cinsiyetler arası mücadelenin sinemasını yapmak için yola çıkmış.

        Yeni bir doktor figürü mü?

        En az Dr. Frankenstein, Dr. Jeykll ve Dr. Moreau kadar deli bir bilim adamının, Antonio Banderas’ın son yıllardaki kitschliğinin (bayağı) güç verdiği Robert Ledgard’ın yaşadığı malikanesindeki işlevlerine ‘eşimi kazadan sonra geri getirmeye çalıştım olmadı, kızımın önünde öldü gitti’ gibi bir motivasyonla devam etmesi ilginç. Aslında mekan bütünlüğünün “Link”teki Terence Stamp’in Dr. Steven Philip karakterinin gereklerine benzer bir mizansene uydurulduğu kesin. Buradan enseste varan bir tecavüz algısının –ki fazlasıyla “Kika”nın (1993) absürt seks sahnesini hatırlatıyor- yanında bekaret bozma tabusuna odaklanan tecavüzü de harekete geçirmesi ‘iç kıyılması’nı beraberinde getirmiş.

        Almodóvar’ın bu bağlamda evin içinde çarpık üst açı kullanarak bir sınıfsal sıkışmışlık ya da tedirgin edicilik salgılarken esasen yaratıcı-yaradılış ilişkisi noktasında saplantı, tutku ve cinsel arzu üzerinden tetikledikleri ilgi çekici hale gelmiş. Öyle ki sonunu söylemek istemesek de burada baba-kız ilişkisinden yükselen duygusal damar ışığında ‘intikam’a yaklaşım ve seks sahnesi boyutundaki psikolojik duruş Elektra kompleksine de uygun hale gelmiş.

        Röntgen algısına Teshigahara’vari yaklaşım

        Zaten burada bilimsel deney filminin temeline yerleştirilen ‘benden iyisini yaptım’ (“Re-Animator” (1985)), ‘güzel değilim, ötekileştim, tek kurtuluşum bir yaratım olabilir’ (“May” (2002)), ‘özel hayatımdan mutlu değildim, beraber olacağım kusursuz kadını yarattım’ (Bkz. “Cenin” (1976)) gibi cümlelerin, geçmişteki hüzünlü olaylar ışığında bambaşka bir açılıma sahip olduğu görülebiliyor. Aynı zamanda bu damardan yükselen yeniden doğum meselesi ‘cinsiyet değiştirme’ noktasında alt kültürel bir motivasyona dönüşmüş. Bu durum da esaslı ‘doğum’ sürecini geri plana itip cinsiyetler arası yolculuğun mitik öğelerle örülü periyotsal analizini incelemeye sunmuş.

        Yönetmenin fazlasıyla röntgenci algıyı, temsil-gerçek ilişkisini harekete geçirirken, tema müziğini de zekice kullanması ise aslında günümüze uygun bir tasvir salgılamış. Malikanenin salonundaki televizyondan ‘kızın kilitli kapılarla sarılmış odası’nın gözetlendiği sahnelerin, bolca “The Face of Another”ın kimi fütüristik muayenehane sahnelerinde açık kapıyı arka projeksiyon tekniğiyle doldurup ‘temsil tanımı yaptığı’ anları hatırlattığı şüphesiz. Zaten ‘doktor’un öne çıkıp bir isim-etiket kazanmaması da formülün oradaki tabanın üzerinden yürümesiyle ilintili.

        Kent burjuvazisi ve plastik cerrahi ile sorunları var

        “İçinde Yaşadığım Deri”, esasen geçmişte saklanan sırlar üzerinden yürüyen bir Almodóvar melodramı olabilecekken, bu doğrultuda aldığı ivmeyle bilimsel deney filmi alanında yenilikçi, Franju ve Teshigahara gibilerini kıskandıracak bir yapıta dönüşmüş. Bu noktada sözü geçen eserin; frankenstein filmine de açılan kapıda keşif-doktor ilişkisindeki süreci çok alakasız bir süzgeçten geçirip gerilimi, gizemi ve alternatif kavramları inceleme arzusuyla yükseldiği görülebiliyor. Bu akış dağıtma görüsü de fark yaratıp olgun bir bütün sunduğunu düşündürtüyor ister istemez. Buradan aile içi ensest, tecavüz ve çarpık ilişkilere yaklaşımını; dengeli ve mesafeli dururken yürekleri de yakalayabilen bir çerçeveye kavuşturması ise dikkat çekici.

        Genel anlamda alanda 2000’lerdeki işlevsel örnek “Deney”i (“Splice”, 2010) de göz önünde bulundurursak aşk filminde özgünlük aşılayıp ‘teknolojik aşk filmi’ modeli yaratan “Sil Baştan” ile birlikte en çarpıcı deneme bu. Kuşkusuz Almodóvar’ın hedefi de kent burjuvazisinin gidişatını masaya yatırırken sapkınlığa varan cinsel arzuların, bastırılmış sevginin ve plastik cerrahinin zararlarını inceleyen gerilim örgüsünü doğrudan seyirciye hissettirmek. Sürprizleri fazla açık edemesek de önceden uyarmakta fayda var: Lafını bile ağzımıza alırken yutkunduğumuz tartışmalı meselelerin, böylesi özgün bir metotla işlendiğini başka yerde görmeniz zor.

        FİLMİN NOTU: 7.9

        Künye:

        İçinde Yaşadığım Deri (La Ğiel Que Habito / The Skin I Live In)

        Yönetmen: Pedro Almodovar

        Oyuncular: Antonio Banderas, Elena Anaya, Marisa Paredes, Blanca Suárez, Jan Cornet

        Süre: 117 Dk.

        Yapım Yılı: 2011

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar