Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İngiliz yönetmen Guy Ritchie 1960’ların bir Amerikan TV dizisinden uyarladığı yeni filmi ‘Kod Adı: U.N.C.L.E.’da (The Man from U.N.C.L.E.) dönemin ajan filmlerini biçimci bir yaklaşımla önümüze getiriyor.

        1960’lı yıllar, James Bond’un da katkısıyla ajan filmlerinin bir film türü olarak rüştünü ispat ettiği bir dönemdi. Dünyayı kurtarmaya çalışan bir ajan, şık giyimli çekici kadınlar, güzel şehirler, spor otomobiller ve duruma göre romantik, hareketli ya da heyecanlı bir müzik... ABD’de 1965 – 1968 arasında yayınlanan ‘The Man from U.N.C.L.E.’da türün yukarıda saydığımız genel özelliklerine sadık bir TV dizisiydi. Benzerlerinden en önemli farkı Soğuk Savaş’ın farklı kutuplarında yer alan iki ajanı yan yana getirmesiydi.

        ÖYKÜYÜ İSKELET OLARAK KULLANIYOR

        Sherlock Holmes’u hızlı montaj, hareketli kamera marifeti ve ‘video klip tadında dönem filmi’ konseptiyle yeni nesillerin hizmetine sunan Guy Ritchie, ‘Kod Adı: U.N.C.L.E.’da da benzer bir strateji izliyor. Ancak, 60’ların ajan filmlerinin zaten biçimci özellikleriyle öne çıktığını düşündüğümüzde Ritchie’nin türe farklı bir hava getirdiğini söylemek zor. Öykü ya da tema açısından da yeni bir yorumdan söz edemeyiz. Amerikalı Napoleon Solo (Henry Cavill) ile Rus ajan Ilya Kuryakin (Armie Hammer), yanlarına bir bilim adamının kızını (Alicia Vikander) da alarak nükleer bomba yapmaya çalışan bir İtalyan çiftin peşine düşüyor; dünyayı kurtarmaktan ziyade Soğuk Savaş’ın güç dengelerini ayakta tutmaya çalışıyorlar. Senaryoyu Lionel Wigram ile yazan ve 1960’ların siyasi iklimine dair dişe dokunur bir şey söyleme derdi olmayan Ritchie, daha çok iki ajanın nefretiyle başlayan zoraki işbirliğine odaklanıyor. Ancak onun da pek hakkını verdiğini düşünmüyorum. Çünkü Ritchie öyküyü sadece bir ‘iskelet’ olarak alıyor, karakterler arası ilişkileri, çatışmaları derinleştirmiyor. Belli ki asıl amacı, 60’ların ajan filmleri türü üzerinden serbest bir biçim alıştırması yapmak. Sergio Leone’nin klasik Amerikan western’ine yaptığını o da ajan filmlerine yapıyor ama ne yazık ki Leone’nin hikâyelerindeki lezzete yaklaşamıyor.

        SON JENERİKTE SÜRPRİZ VAR

        Öte yandan Daniel Pemberton imzalı müzikleri ve harika bir 1960’lar dekoru sunan prodüksiyon tasarımıyla filmin keyifli bir seyir vaat ettiği de inkâr edilemez. Ritchie’nin ‘yaratıcı yönetmenlik numaraları’nın hakkını yemeyelim. Ritchie bazı bölümlerde müziği adeta bir yabancılaştırma öğesi gibi kullanıyor. Sözgelimi adaya yapılan askeri saldırı sırasında öyle bir müzik kullanıyor ki beyazperdede olup bitenlerle duygusal ilişki kuramıyorsunuz. Başta bu sahne olmak üzere yer yer kadrajı parçalayarak küçük ekranlara böldüğünü de belirtelim. Ancak tüm bu anlatım oyunları, seyircinin hikâyeyle arasına bir mesafe koymasına yol açıyor. Sonuç olarak, ortaya 1960’lar nostaljisiyle dolu son derece biçimci, şık bir ajan filmi çıkıyor. İyi vakit geçiriyor ama öykünün yavanlığını da hissediyorsunuz. Oysa geçtiğimiz aylarda seyrettiğimiz Matthew Vaughn’un ‘Kingsman’i benzer bir biçimcilikten nasibini alsa da özellikle İngiliz ajan filmlerini tiye alan mizahı ve öyküsüyle daha parlak bir filmdi. Yine bir İngiliz’in yönettiği bu Amerikan usulü ajan filmi ise açıkçası beklentilerimizin altında kalıyor. Yine de yorucu bir günün akşamı ya da hafta sonu için iyi bir seçim olabilir. Sabrederseniz son jenerikte sizi küçük bir sürprizin beklediğini de söyleyelim.

        Diğer Yazılar