Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçtiğimiz yüzyılın başlarında İngiltere’de oy hakkı için mücadele eden ve o yıllarda “süfrajet” olarak anılan kadınları anlatan “Diren: Zamanı Geldi” (Suffragette), beyazperdeye yansıttığı tarihsel olaylar açısından seyre değer bir film

        İNGILTERE “demokrasinin beşiği” olarak anılsa da kadınlara oy hakkı tanınması konusunda hayli geç kalan ülkelerden biri. Bu, söz konusu dönemlerde iktidarı elinde tutan erkekler için kuşkusuz utanç verici bir durum. Öte yandan, “Diren: Zamanı Geldi”yi seyrettikten sonra, İngiltere tarihinin feminist mücadele açısından iftihar edilecek sayfalarla dolu olduğunu da görüyorsunuz.

        BİR İŞÇİ SINIFI FİLMİ

        “Görünmeyen Kadın”, “Demir Leydi” gibi filmlerde tarihi kişilikleri ele alan senaryo yazarı Abi Morgan, 1912 yılında Londra’da geçen “Diren: Zamanı Geldi” de kadınların oy hakkı için verdiği mücadeleden yola çıkıyor. Ancak olup bitenleri bire bir anlatmaktansa hayal gücünü de kullanıyor. Dönemin kadın hareketi ve Emmeline Pankhurst (Meryl Streep) gibi önderlerine işçi sınıfından genç bir kadının, Maud Watts’ın (Carey Mulligan) gözünden bakıyor. Bu yaklaşım filmi daha ilk kadrajlarından itibaren bir işçi sınıfı filmi haline getiriyor. Çamaşırhanelerdeki ağır ve sağlıksız koşullar, erkeklerin tacizi, baskısı, alaycı yaklaşımları sıklıkla vurgulanıyor. Maud’nun da dahil olduğu yasal mücadeleye parlamentonun kayıtsız kalması ve polisin orantısız güç gösterisinin ardından feministlerin yasa dışı eylemleri başlıyor. Film bütün bu süreçte Maud’nun yaşadığı değişime ve bunun karşılığında ödediği bedele odaklanıyor. Sadece polisin değil, “kadınlı erkekli mahalle baskısı”nın da ağır sonuçlarını en çok Maud yaşıyor.

        YAN KARAKTERLER İHMAL EDİLMİŞ

        Filmin sorunu, kurmacanın beraberinde klişeleri de getirmesi. Ön planda olan Maud ve polis şefi Steed (Brendan Gleeson) gerçeklerin ortasında ille de bazı değişimleri, çatışmaları, çelişkileri yaşaması gereken “dramatik film karakterleri” olarak filmi zayıflatıyorlar. Yönetmen Sarah Gavron’un popüler film trüklerinden vazgeçmemesi de ayrı bir sorun. Mesela at yarışı sahnesindeki polis şefi ile eylemciler arasındaki paralel kurgu gereksiz bir zorlama. Yan karakterlerin psikolojileri de ihmal ediliyor. Sözgelimi, şiddet karşıtı Violet (Anne-Marie Duff) ve üst sınıftan Alice (Romola Garai) gibi ilginç kişilikler yeterince iyi işlenemiyorlar.

        ERKEK EGEMEN SİSTEME İSYAN

        Ne var ki, tüm bunlara boş vermek de mümkün; çünkü film, o dönemlerde basının alay etmek için taktığı adı sahiplenen “süfrajetler”in verdiği oy hakkı mücadelesini yeniden gündeme getirerek önemli bir işlev üstleniyor. Farklı sınıftan ve kültürden gelen İngiliz kadınların erkek egemen sisteme isyanları ve direnişleri gerçekten etkileyici. Öte yandan, filmde hapisanedeki açlık grevleri; devlet mülklerine ve dükkân vitrinlerine yönelik bombalamalar, dövüş eğitimleri gibi ilginç detaylar da var. Dolayısıyla, sosyal bilimcilere gönül rahatlığıyla önerilecek bir film duruyor karşımızda. Son olarak Edu Grau’nun görüntü yönetimi, Alexander Desplat’nın müziği ve başarılı prodüksiyon tasarımının da altını çizelim.

        Filmin notu: 6.5

        Diğer Yazılar