Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        FİLMİN NOTU: 6

        Gerda ve Einar Wegener adlı iki ressamın yaşadıklarından yola çıkan “Danimarkalı Kız” (The Danish Girl) gerçek olaylara romantik bir yorum getiriyor. Oscar adayı Eddie Redmayne ve Alicia Vikander seyre değer performanslar sunuyorlar

        DAVID Ebershoff’un “The Danish Girl” adlı romanı 2000 yılında yayımlandı ve Hollywood’un dikkatini çekmekte gecikmedi. Projenin adı yıllar boyunca birçok yönetmen ve oyuncuyla anıldı. Yönetmen Tom Hooper ve Eddie Redmayne’in “topa girmesiyle” süreç hızlandı ve 4 dalda Oscar adaylığıyla taçlanan bir “başarı hikâyesi”ne dönüştü. Ancak Gerda ve Einar Wegener’in neler yaşadığına biraz bakıldığında, filmin, gerçeklerden uzaklaştığını görmek mümkün. Gerçek hayatta, Gerda ve Einar evliler ama herkesin başka ilişkilere girebildiği “açık bir evlilik” bu. Özellikle Paris’te her ikisinin de başka sevgilileri ve bağımsız bir hayatları var. Bir çiftten ziyade iki yakın arkadaş gibiler. Daha önemlisi, Einar için kadın olma arzusu ve kadın görünümüyle yaşamak, filmde yansıtıldığı gibi acı kaynağı değil, bir noktadan sonra bilinçli bir hayat tarzı.

        FİLMİN KAFASI KARIŞIK

        Film ise iki bohem sanatçının hayatına muhafazakâr ve romantik bir yorum getiriyor. “Danimarkalı Kız”, gerçeklerden serbestçe esinlenen bir “imkânsız aşk” ve “cinsel dönüşüm” öyküsü... Filmin başında “baba olmak isteyen normal bir erkek” olarak karşımıza gelen Einar, bir modelin yerine geçtiği an keşfetmeye başlıyor içindeki kadını. Eddie Redmayne çorap, gecelik giydiği sahneleri öyle bir yorumluyor ki ilk başta Einar’ın sadece kadın kıyafetleri giymekten cinsel haz alan bir erkek olduğunu düşünmek mümkün. Gerda’ya (Alicia Vikander) olan ilgisinin azalmaması, bunun bir evlilik fantezisi olduğunu dahi getiriyor akla. Kadın kılığında gittiği ilk baloda ise Einar eşcinselliğini keşfeden bir erkek olarak yorumlanıyor. Bu ilk bölümlerde bence filmin kafası karışık. Daha sonraki bölümlerde Redmayne, Einar’ı kendine karşı mücadele vermeye başlayan bir karaktere dönüştürürken, Gerda da Lili’nin ortaya çıkmasını engellemeye çalışan bir âşık haline geliyor. Gerçek hayatta kendi özgür iradeleriyle bohem bir hayat sürdüren iki karakter filmde “durumu düzeltmek” için doktor doktor dolaşıyor. Dönemin tıbbının bu konulardaki katı ve acımasız tutumu bilinen bir durum. Film bunu atlamıyor ama iki dünya savaşı arasındaki Paris’in cinsel tercihler konusunda hoşgörülü ve açık fikirli bir şehir olduğunu nedense pek vurgulamıyor

        İNANDIRICILIK SORUNU

        Filmin Gerda ile Einar arasındaki “vazgeçilmez aşkı” anlatma konusunda ne kadar inandırıcı olduğu tartışılır. İnandırıcı olan ne var diye sorarsanız, öncelikle Einar’ın kadın bedenine kavuşma özleminden ve göze aldığı risklerden söz edilebilir. Einar’ın sanattan kopması, çocukluğunun simgesi olan manzaraları kaybetmesi de hüzün verici. Dolayısıyla açılıştaki manzaralar ve final sahnesi öyküyü anlamlı bir eksene yerleştiriyor. Gerda’nın esin kaynağını Lili’de bulması da önemli. “Danimarkalı Kız” gerçeğe yaklaştıkça ilginçleşen, uzaklaştıkça sıradanlaşan bir film. Geniş açılı objektiflerle çekilen ve mekânı vurgulayan çerçeveleri göz okşasa da Tom Hooper’ın “Zoraki Kral” ve “Sefiller”de sevdiğim tutkulu, özenli yönetmenliğinden bu kez etkilendiğimi söyleyemem. Vikander ve Redmayne ise filmi seyredilir kılmayı başarıyorlar. Einar/Lili’nin gerçek hikâyesini seyretmek içinse galiba başka bir filmi beklemek gerekiyor.

        Diğer Yazılar