Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Başrollerinde Jennifer Lawrence ve Javier Bardem’in oynadığı “Anne!” (Mother!) gösterime girdi. Darren Aronofsky’nin bir rüya gibi tasarlayıp çektiği “Anne!”, aile olmakla sanatsal yaratıcılığı karşı karşıya getiren masalsı ve tuhaf bir film

        Cehennemi bir imgeyle başlıyor “Anne!”... Jennifer Lawrence’ın yüzü kor içinde yanıyor. Sonra Javier Bardem’i elinde değerli bir taşla görüyoruz. Taş, yanmış evi sihirli el değmişçesine yeniliyor. Kır ortasında bir evdeyiz. Erkek, bir yazar. Kadınsa bebek istiyor... Erkek yazmak için kalemi eline aldığında bir yabancı kapıyı çalıyor. Kadın, yabancının içeri alınmasına şaşırırken eşi yatıya kalmasını istiyor ve evin düzeni bozulmaya başlıyor...

        “Anne!” düz ve basit anlamıyla “dış dünya” yı evinden, erkeğinden uzak tutmaya çalışan bir kadının hikâyesi. Kadın, aileninve düzenin temsilcisi. Erkek ise düzenin sarsılmasını istiyor; çünkü yabancıların gelişi ona ilham veriyor. Filmin yabancı düşmanlığıyla ilgili olduğu düşünülebilir. Yabancılarda her türlü kötülük var. Cinsel arzuları kontrolsüz. Şiddete eğilimli, açgözlü ve küstahlar. Ayrıca masumiyete karşı ayartıcı ve günahkârlar. Tam da buralarda kutsal kitap göndermeleri devreye giriyor. Cennet, Adem ile Havva, şeytan, Habil ile Kabil vs... Dini mesel havasında sıkıcı bir ciddiyeti, biraz

        kibirli, üstten bakan bir tavrı var filmin. Aronofsky’nin inanç konularına girdiği “The Fountain” en azından samimiydi. “Anne!” ise “Nuh: Büyük Tufan” gibi bilgiç bir film. Üstelik ne mesaj verdiği de belli değil.

        EV, ERKEĞİN ZİHNİNİ TEMSİL EDİYOR

        Daha eğlenceli bir yaklaşımla, evin yazarın bilincini temsil ettiği ve bütün filmin yazarın zihninde geçtiği söylenebilir. Kadın filmde, yazarın içindeki aşkın, bağlılığın simgesi ve biz de bütünöyküyü onun bakış açısından takip ediyoruz. Kamera hep onun peşinde. İlk başta erkeğin zihninde, yani evde sadece kadın var ama yazamadığı için bunalımda ve kadına ilgi gösteremiyor. Kadınsa doğuracağı bebeğiyle erkeğin bilincinin tek sahibi olmak istiyor. Kadın, erkeğin bilinçdışını temsil eden bodrumdan korkuyor; çünkü orada giremediği yerler var. Bilinçdışı ise bulduğu boşluklardan, mesela klozetten sızıyor eve... Misafir, erkeğin yeni eserini yazmaya başladığı anda kapıyı çalıyor... “Misafirler”, yani “yazılmakta olan eser, bilinçdışı imgeler ve hayali karakterler” bilince bir süre hâkim olsa da kadın anneliğiyle eve yeniden sahip oluyor. Buraya kadar film fena değil aslında... Ama eser yayımlanınca erkeğin zihni bu kez okur tepkilerine, yani “evin dışı”na yöneliyor ve “Anne!” abartılı, simgesel, kaba bir hal alıyor. Kadınla bebeği, erkeğin egosunun altında eziliyor. Dış dünya, tüm akıldışılığı ve şiddetiyle bilinci fethediyor...

        Evdeki o değerli taş zihindeki denge ve düzenin simgesi. Taş parçalanınca erkeğin içindeki yaratıcı yan açığa çıkıyor... Aronofsky, “aile olmayı” sanatsal yaratıcılık, bilinçdışı ve dış dünyanın belirsizliklerine karşı konumlandırarak filme muhafazakâr bir hava veriyor. Filmi sanatsal yaratıcılık, aşk, aile, bilinçdışı gibi konularda zihin egzersizi yapmak üzere bir rüya gibi tasarlayıp çektiği kesin... Ama kendi adıma bu garip ve karanlık filmden kayda değer yeni fikirler çıkardığımı ya da görsel bir keyif aldığımı söylemem mümkün değil.

        Filmin Notu: 5

        Diğer Yazılar