Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İSİMLERİ basın tarihimize geçmiş köşe yazarlarından bazılarını, aile dostlarımız olmaları hasebiyle çocukluk senelerimde tanıdım.

        Aslında “tanıdım” değil “gördüm” demem daha doğru olur, zira ben küçücük idim, onlar ise yaşını-başını almış adamlardı... Büyükler “Öp bakalım üstadın elini” deyince öperdim, üstadlar da “Maaşallaaaah! Koskocaman olmuş...” deyip başımı okşar, sonra kendi aralarında sohbete dalarlardı.

        O üstadların ortak özellikleri, imparatorluk devrinin insanı olmaları idi. Meşrutiyet’in, Dünya Savaşı’nın, İstiklâl Harbi’nin içerisinde bulunmuş ve o günleri bütün şiddeti ile yaşamışlardı. Devrin kültür çevresinde büyümüşlerdi; tarihi, özellikle de imparatorluğun son dönemini gayet iyi bilirlerdi. İlk yazıları zaten eski Türkçe idi, matbaaya gönderdikleri makalelerini bile eski harflerle yazarlardı, Türkçeleri’nin yanısıra yabancı dilleri de mükemmeldi ve bazıları edebiyatın önde gelen üstadlarıydı.

        Sonra kayboldular, şairin tâbiri ile “O güzel atlara binip gittiler”; yerlerini daha gençleri, Cumhuriyet’in ilk senelerinde dünyaya gelen neslin mensupları aldı.

        OKUMADAN AHKÂM KESMEK

        Bu yeni nesil yazarlar geleneksel kültüre gidenler kadar hâkim olamasalar bile bilgisiz sayılmazdı, zira mesleğe eskilerin yanında başlamış, onlardan birşeyler öğrenmişlerdi. Ve en önemlisi, bir konuda yazmadan önce o konu hakkında mutlaka birşeyler okunması gerektiğini ve yazıya meseleyi öğrendikten sonra oturulmasının şart olduğunu bilirdi.

        Derken, onlar da çekildiler... Bazıları göçüp gitti, bazıları da şimdi köşelerinde hayatlarının sonbaharını yaşıyorlar.

        Onların yerine 30’ların sonu ile 40’ların başında doğanlar geldi ve bütün gelenekler de onlarla beraber nihayete erdi! Doğru bilgi artık şart değildi, gerektiğinde filâncadan işitildiği şekilde yahut kulaktan dolma biçimde yazılabilir, yanlış malûmat doğru zannedilebilir, ardarda yapılan hatalar senelerce fütursuz şekilde tekrar edilebilirdi. Maksat zaten hem günü kurtarıp köşeyi boş bırakmamak, hem de ahkâm kesmekti. Lâikinin ve solcusunun temel şablonu “Eskiden berbat vaziyette idik, ilkel bir toplum hâlinde yaşıyorduk, Osmanlı’nın herşeyi berbattı, Cumhuriyet bizi kurtardı” idi; muhafazakârına göre ise “fikir” geçmişe kupkuru ama yalan-yanlış övgü düzmek ve Cumhuriyet’e de mutlaka veryansın etmek demekti.

        Basınımızda artık sıradan bir hâle gelmiş bu âdetlere dün yayınlanan iki gazeteden iki ayrı örnek vereceğim: Güneri Cıvaoğlu’nun Milliyet’teki, Rahmi Turan’ın da Sözcü’deki yazılarından...

        Güneri Bey, imparatorluğun son döneminde ismi sık geçen Prens Sabahaddin’den bahsetmiş. Abdülhamid’in sadrazamlarından birinin oğlu olan Sabahaddin Bey’in Paris’teki evinde 27 Aralık 1917’de “2. Jöntürk Konferansı” düzenlediğini, konferansta “özerklik” konusunu gündeme getirdiğini ama İttihad Terakkiciler’in sert duvarına çarptığını, aldatıldığını, altınlarının üzerine oturulduğunu yazıyor, daha başka şeyler de söylüyor ve bütün bunları yeni okuduğu bir “romandan” öğrendiğini kaydediyor!

        Romandan öğrenilen tarih, işte bu kadar olur!

        Güneri Bey’in yazdıklarının neresini düzelteceksiniz?

        Sadece birkaç hatasını tamire çalışayım: Güneri Cıvaoğlu’nun “Konferans” dediği toplantı, tarihlere “İkinci Jöntürk Kongresi” diye geçmiştir, hazretin yazdığı gibi 27 Aralık 1917’de değil, o tarihten tam on sene önce, 27, 28 ve 29 Aralık 1907’de yapılmıştır, Prens Sabahaddin bir sadrazamın değil, Abdülhamid’in eniştesi, yani kızkardeşi Seniha Sultan’ın kocası Mahmud Paşa’nın oğludur, Mahmud Paşa sadrazamlık yapmamıştır, İkinci Kongre’ye sadece Jöntürkler değil başta Taşnaksutyun olmak üzere Ermeni örgütlerinin temsilcileri de katılmıştır, toplantılarda Sabahaddin Bey’in “özerklik” yahut “adem-i merkeziyet” talepleri değil, Sultan Abdülhamid’e karşı “kıyâm” yani “başkaldırma” yolları tartışılmıştır. Bütün bunlar Kongre kararlarının yeraldığı beyannamede yazılıdır ama beyannamenin metni romanlarda değil, ciddî kitaplarda bulunduğu için büyük yazarlarımızın böyle büyük hatalar etmeleri normaldir!

        Şimdi de, Rahmi Turan’ın dün “Sözcü”de yazdıklarına, Rahmi Bey’in “Nedir bu ‘Mecelle’ denilen ahmaklık?” başlıklı yazısına geleyim:

        Barolar Birliği okullarda uygulamaya konan yeni kıyafet yönetmeliği hakkında “Bu, Mecelle’ye hızlı bir dönüştür. Kızlarda büluğ yaşını tam dokuz olarak yürürlüğe koyan maddenin fiilen yürürlüğe sokulmasıdır” diye bir açıklama yapmış. Rahmi Turan da Mecelle’nin 986. maddesinin kızların büluğa dokuz yaşında erdiklerini kabul ettiğini, dolayısıyla kızların bu yaşta evlendirilmelerine izin verildiğini söylüyor, sonra Mecelle hakkında “dehşet” ve “saçmalık” ifadelerini kullanıyor.

        Mecelle’nin 986. maddesi böyle bir işe izin vermiş olsa idi Rahmi Bey’in suçlamaları doğru olabilir, hattâ “dehşet” ve “saçmalık” sözlerinden çok daha ağır ifadeler kullanılabilirdi. Ama, Mecelle’de böyle bir hüküm yoktu, üstelik bu şekildeki bir saçmalığın metni hazırlayan 19. asrın büyük âlimi Cevdet Paşa’nın aklına gelmesi bile mümkün değildi.

        BARO ANLAMAMIŞ TAMAM DA...

        İşte, meselenin aslı: Sözkonusu maddede büluğ yaşı dokuz değil onbeştir, yani Barolar Birliği ile Rahmi Bey’in iddia ettikleri yaş ile “doğrusu” arasında tam altı sene vardır.

        986. maddeyi bu hatayı yapanların anlayabileceği şekilde, yani günümüzün Türkçesi ile yazayım: Madde “Büluğ yaşının başlangıcı erkekte tam on iki, kızda da dokuz ve sonrası, her ikisinde de tam onbeş yaştır” der. Yani, Mecelle “Kızlar dokuz yaşında büluğa erip evlendirilirler” değil, “büluğ çağı kızlarda dokuz, erkekte de on iki yaşında başlar ama erkek de, kız da onbeş yaşında bâliğ olurlar” demekte, sonra “mürahik” ve “mürahika” kavramlarını, yani büluğun gecikmesini anlatmaktadır.

        Türkiye Barolar Birliği zahmet buyurup Mecelle’yi doğru dürüst okumuyor yahut siyasetle uğraşmaktan halsiz düştüğü için okuduğunu anlamıyor diyelim; peki yaşını-başını almış yazarların bu saçmalığı sorgusuz-sualsiz kabul edip hatanın cuppadak üzerine atlamalarına ne diyeceğiz?

        Bunu yazmaktan hakikaten hicap duyuyorum ama sebep belli: Bu işi bilen insanlar güzel atlara binip gittiler ve meydan boş kaldı!

        Diğer Yazılar