Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİYOLOJİDE “süper organizma”, binlerce ya da milyonlarca bireyin organize olarak iş bölümüne dayalı ortak bir düzen kurup yaşam kavgası vermesine denir. Bal arıları ve karıncalar süper organizmaya verilecek en güzel örneklerdir. Farkında olmadan üzerlerine basıp geçtiğimiz, pek de önem vermediğimiz o nokta kadar karıncaların yuvalarında savaşçı, duvar örme ustası, bebek bakıcısı, mantar yetiştiricisi şeklinde görev taksimi olduğu kimin aklına gelir? Bu miniciklerin, dinozorlardan bu yana varlıklarını yuvalarındaki armoniyi bozmadan sürdürmelerine saygı duymak gerek. İnsanlardan önce çiftçiliği öğrenen bu süper organizma üyelerinin, bizim gibi ürünlerinden faydalanmak için başka canlılar beslemeleri tek başına “süper” diye tanımlanabilecek bir özellik aslında. Bir odada topladıkları yaprak bitlerini yaprakla besleyip salgıladıkları şekerli sıvıyı inek sağar gibi sağarak kışın yiyecek olarak kullanmaları epey şaşırtıcı değil mi? Ya arılar? Tabağımızda bırakıp lavaboda yıkayıp attığımız 1.5 kaşık balı bir işci arının tüm yaşamı kadar (6 hafta) sürede ürettiğinin, bunun için her uçuşunda ortalama 50-100 çiçek ziyaret ettiğinin farkında mıyız? Bir susam tanesi kadar beyniyle mükemmel hatırlama gücü, kompleks hesaplar yapabilme yeteneği olan arılar da kraliçesi, işçisi ve erkeğiyle uyum içerisinde yaşayan, bütün çalışma ürünleri insanoğlu tarafından elinden alındığı halde durmaksızın üretimlerine devam eden süper varlıklardır.

        22 Temmuz’da Nature Dergisi’nde okuduğum bilimsel bir makaleyle aklıma geldi bu börtü böcek. Çünkü California Üniversitesi’nden bilim adamları, bu dayanışma ve işbirliğinin mikroplarda bile ne kadar muhteşem bir düzen içerisinde devam ettiğini gösteren bir araştırma gerçekleştirmiş.

        Dişlerin yüzeyinde oluşan plaklarda antibiyotiklere dirençli bakterilerin üreme ve yaşam sistemlerini yeni bir yöntemle incelediklerinde elde edilen sonuç aynen şöyle: Bakteriler tutundukları diş yüzeyinde bir “tepecik” (biyofilm) oluşturuyorlar. Bu “tepecik” belli bir büyüklüğe ulaştığında üreyip çoğalabilmeleri için gereken besin maddesi iç kısımda kalan bakterilere ulaşmadan yüzeydeki bakteriler tarafından tüketiliyor. Bunun üzerine içerideki bakteriler dışarıdakilerin besin olarak kullanabileceği başka bir madde (metabolit) oluşturmaya başlıyor. Dış yüzeydekiler de kendilerine besin üreten bu iç bakterileri (vefa borcu olarak) dışarıdan gelen antibiyotik saldırılarına karşı savunuyorlar ve de kanallar oluşturarak yüzeydeki besini iç kısımlara iletiyorlar. Anlaşılsın diye olayı biraz sembolik anlattım ama olayın özeti bu. Elbette bu aktivitenin içerisinde “bakteriyel bilinç”ten bahsetmek söz konusu değil. Yine de biyolojik sistemlerdeki bu dayanışmanın muhteşemliği karşısında etkilenmemek imkânsız. Düşünsenize mikroskobik canlılar da süper organizma kurallarıyla yaşam kavgası verip “ayakta kalabiliyorlar”.

        Araştırmayı yapan ekip elemanlarından biyolog Gürel Süel, “Bu araştırmanın amacı, dişlerde oluşan plakların üreme mekanizmalarını çözmek ve ardından plakları yok etmek için strateji geliştirmek. İç ve dış bakteriler arasındaki dayanışmayı kırmamız demek plak oluşumuna son vermemiz demektir” diyor.

        Biliyorsunuz, vücudumuzdaki bakteriler gibi diğer hücrelerimiz de dayanışma içerisindeler her an. Yaşam kavgası mikroskobik düzeyde bile anbean devam ediyor. Kısacası dört bir yanımız süper organizmalarla çevrilmiş durumda. Olaya birkaç adım geri çekilip uzaktan bakarsak insanoğlunun da süper organizma olduğunu anlarız. İşbölümüne dayalı ortak bir düzen kurup yaşam kavgası vermemiz direkt olarak bizi de bu gruba dahil ediyor. Kurduğumuz düzen diğer mini canlılar kadar mükemmel mi tartışılır. “Süper organizmalar” içerisinde kendi kendine saldıran başka bir canlı türü tanımıyorum ben. Son bir haftadır ülkemizde yaşanan akut terör krizine bakınca Sayın Süel’in sözü tekrar geliyor aklıma: “Gruplardaki dayanışmayı kırdığımız an, süper organizmaları yok ederiz.” Ya kendimiz kırıyoruz ya da kırıyorlar dayanışmamızı demek ki.

        Bu söz üzerine bir hatırlatma da benden: Yaşanan politik huzursuzluklar vücutta yaşanan enfeksiyonlar gibidir. Bağışıklık sisteminin güçlü olması gerekir. Bunu ise en kolay yıkan negatif duygular, kısacası bozuk psikolojidir. Sosyal medyada süregelen sürekli negatif paylaşımlar, gerilimler, politikacıların “toplum psikolojisini” hiçe saymaları, medyanın sayfalarında basın etiğine aykırı dehşet görüntüleri süper organizmayı yaralayan unsurlardır. Negatif olgulara ve kayıplara farkındalık uyandırarak çözüm aramak ayrı şey, ajitasyon yoluyla suratı asık, kindar, yalnız, psikolojisi sürekli bozuk yaşayan, “Bu ülkeden kaçmalıyım” çaresizliğini yaratarak zavallı bir toplum oluşturmak ayrı bir şeydir...

        UZAY SAVAŞI MI PLANLANIYOR?

        BİR ülkeden bir ülkeye giderken pasaport gerekiyor. Hele biz Türklere bir de vize şart koşuluyor. Bırakın bunu, kendi ülkemizde, kendi aramızda aldığımız kararlara bile başka ülkeler burnunu sokuyor. Her şey izne dayalı. Demokrasi, insan hakları, etik kurallar en çok kullanılan süslü sözler... Bir şeyleri “kontrolde tutmanın” en şık yöntemleri bunlar. Lakin bu kontrol, yeryüzünden 20 bin kilometre yükseğe çıkıldığı an bitiveriyor nedense. Canı sıkılan “uydu” adı altında uzaya bir şeyler fırlatıyor. Hem de diğer ülkelere hiçbir açıklama yapmadan. “İnsanlığı ilgilendiren etik kurallar”, yükseldikçe buharlaşarak yok oluyor galiba. Örnek çok. Mesela Rusya 2013 yılının aralık ayında 118 tonluk bir roketi Moskova’dan fırlatarak Dünya yörüngesine yerleştirmişti. Görevliler “İletişim için yeni bir uydu” dediler. Yörüngeye oturan roketin burnu açıldı, içinden bu “uydu” (Kosmos-2491) çıkıverdi. Ama ne hikmetse bu uydu diğer uydular gibi hareketsiz olarak yörüngede durmuyor, sürekli manevra yapıyordu. Bunu yerden tespit eden amatör gözlemciler derhal rapor ettiler. Rusya bir açıklamada bulunmadı. Ardından benzer (manevra yapabilen ve alçaktan uçan) 2 uydu daha fırlattı (Kosmos 2499 ve 2504). Bu uyduların diğer ülkelerin uydularına kontrollü olarak aşırı yaklaşmaları ve uzaklaşmaları da tespit edilerek sebepleri soruldu. Yanıt yine yok. Amerikalı General William Shelton durumdan duyduğu rahatsızlığı 2014 yılında dile getirdi ama sessizlik devam etti. Baktılar ki bu 3 “popolarına motor takılı uydu”, uzayda fazlaca kontrolsüz fink atıyor, onun bunun uydusuna yaklaşıp uzaklaşıyor, Beyaz Saray’a bu konuda ne düşündüğü soruldu. Yanıt verilmedi. Uyduların lazer ya da patlayıcı taşıyabilme özelliği, komünikasyonlara ajanlık yapabilmesi, savaş aracı olarak kullanılabilme potansiyeliyle ilgili tartışmalar hâlâ devam ederken bir de duyuldu ki benzer manevra yapan uydular, Çin, İsveç, Japonya ve Amerika tarafından da fırlatılmış. Sessiz sedasız. İzinsiz, etiksiz. Yıl 2015 ve hâlâ diğer ülkelerden bu ülkelere “Tepemizde neler karıştırıyorsunuz?” diye sorma girişimi yok. Her ne kadar onlar başkalarının içişlerine burunlarını sokmaya devam etse de...

        Diğer Yazılar