Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SEÇİM sandığından en çok oyu çıkan partinin ülkeyi yönetmesine "demokrasi" diyoruz, kuşkusuz bu fazlasıyla indirgenmiş bir tarif, lakin anlam katmanları eriye eriye tarif de bu noktaya geldi. "Çoğunluk" demokrasi için bir referanstır ama "çoğulculuk" ile beslenmeyen bir "çoğunlukçuluk" toplumsal hayatın nüvelerinin tek bir rengin tonlarına bürünmesiyle sonuçlanır. Nitekim öyle de oluyor. Sandığa indirgenmiş demokrasi tarifi, merkez medyadaki haletiruhiyeyi de ele geçiriyor.

        Okuduğum birçok yazara artık ulaşılamıyor: Mehmet Altan yok, Perihan Mağden'in yeniden yazmaya başlaması ile bırakması bir oldu, bu sonuca Başbakan'ın kendisine dava açması neden oldu. Cüneyt Ülsever uzun bir zamandır yok, Ece Temelkuran Tunus'a gitti. Şimdi Nuray Mert'in "süresiz izin" yoluyla yazılarına son verildiği spekülasyonları yapılmakta.

        Ben, son yazısında "yıllık izin ifadesi" kullanmasına bakarak, "Ne dediyse odur" demiştim ama söylentiler o yönde değil. Daha pek çok kişi medyadaki yerini terk etmek durumunda kaldı. Sonuç: Bırakın bir suç işlediği iddiasıyla yazı hayatı dışında hürriyetleri de kısıtlanmış olan kalemleri bir yana, haklarında bir suç isnadı olmayan, yazıları suç unsuru içermeyen ama iktidarla ve çevresiyle aynı paralelde görüş/yazı deklare etmediği için işlerinin sona erdiği yolunda kuvvetli bir algı bulunan isimler giderek artıyor.

        Evvelden gazetelerin yazar kadroları belirlenirken halkın siyasi tercihlerine, politik eğilimlerine saygı duymamayı maharet sayan, düğmeye basıldığı anda askerin postalın hizasına giren isimlere geçiş üstünlüğü tanınırdı; bu kötüydü. Şimdilerde ise halkın tercihleriyle başa gelmiş olanların işlerini, eleştirmeyi, farklı yahut paralel bir politik duruştan hareket etmeyi halk düşmanlığı sayan, yazarlarını buna göre hizalayan bir medya planlamasının tezahürleri söz konusu; bu da kötü.

        Okurunu kaybetmemiş yazarın "yazabilme özgürlüğünü" bir yana bırakın. Ben tamamen pragmatist bencil okur yanımla sormak istiyorum: Severek okuyorum ya da söverek okuyorum, ama ille de okuyorum, "okuma özgürlüğüne" saygı diye bir şey yok mu?

        Yine tamamen pragmatist, bencil köşe yazarı olarak soruyorum: Birilerinin sesi kısılırken geride kalan sese de gölge düştüğü gerçeğini ne zaman anlayacağız? Velev ki aksaklıklara rağmen, esas itibarıyla Türkiye'de pek çok olumlu değişim yaşandığını düşünüyor olun, sizin gibi düşünmeyen meslektaşınızın fikrini ifade etme şansı kalmadığında, sizin de sesiniz kısılıyor.

        Çizmeye yeltendiğiniz pembe bir tablo da olsa, birilerinin sesine, kalemine mal olduğu için kaldırıp koyuyorsunuz rafa, tabii gerçeklik duygunuzu yitirmediyseniz. Dahası gidenin "hükümet politikalarını fazla eleştirdiği için gittiği" algısı oluştuğunda, geride kalanlara düşen, "Yalaka olduğu için kaldı" algısını derece derece bölüşmek oluyor. Gerçek öyle olsun ya da olmasın, bu algı merkez medya yöneticileri için de, geride kalan yazarlar için de uzun vadede tolere edilebilir bir durum değil, hele hele sosyal medya, internet medyası almış başını gidiyor iken.

        Zira "yandaş okur" bile sadece "yandaş yazar" okumak isteyen bir topluluk değil. O "çoğunluk' denilen takım, sırasıyla bir küfredeceği, bir de içine su serpecek yazarı, bir kendisini çıldırtacak bir de işte budur diyeceği kişiyi ardı ardına aynı konseptte görebilmeyi istiyor en derinde...

        Tıpkı sizin gibi, tıpkı benim gibi.

        Velhasılı okuma tercihleri, sandığa atılan oy gibi değil, daha sofistike bir mekanizmadan süzülüyor. Okur çivili banyo küveti gibi rahatsız bir kontekst istemiyor belki, ama çekirdeksiz karpuz istemediği de ortada.

        İşin acı tarafı şu: İktidar, doğası gereği medyayı sevmez, sevemez. Herkes yandaş olsa, yine de iktidar ve medya kardeş olmaz. O zaman da çok yandaş ile az yandaş arasındaki derece farkları kurban almaya başlar, işler medyanın ölü karınca çiftliği olmasına kadar gider.

        Diğer Yazılar