Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        MARABA Televole. Maradona’nın Türk popüler kültürüne katkısı bu sözler her hafta ekranda dönüp hafızamıza kazınırken haftada bir yayınlanan bir televizyon programının ülkeyi, insanlarını değiştirdiğini henüz bilmiyorduk. Dönemin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun erken uyananlardandı oysa, “Televole ülkeye komünizmi getirecek” diye yanlış da olsa programın dönüştürücü etkisine işaret ediyordu.

        Bir kültürdü “Televole” ve virüs gibi yayılıp bütün medyayı etkisi altına aldı. Ekrana çıkıp yanlış ekonomik tahliller yapan profesörlere Serdar Turgut “Televole’ci ekonomistler” adını takmıştı. Reha Muhtar’ın haberleri, Savaş Ay’ın sabahlara kadar süren “Sanatçı kimdir” konulu tartışmaları “Televole” kültürünün yan etkileriydi. Levent Oran’dan “Kumkapı mağduru”na muazzam bir lüzumsuz şöhret enflasyonu vardı.

        UNUTULMAZ FIKRALAR

        Dönemin en unutulmaz karakterlerinden biri de “Televole”nin demirbaşı, dönemin Beşiktaşlı futbolcusu Alpay Özalan’dı. Futbolculuğuyla hafızalarda yer etmiyor, ama benim gibi 90’lı yılları ekran başında geçirmişler için her hafta ya havuzlu villasında, zaman zaman da lüks spor arabalarında kameralara poz verip “İtfaiyeciler neden kırmızı kemer takar” gibi bilmecelerini hatırlar. (Pantolonları düşmesin diye.) O dönem izleyiciler de ekranda en çok onunla Hakan Şükür’ü görmek istiyorlardı, çünkü kameranın bütün arzusunu ikisi karşılıyordu.

        Hakan Şükür daha hesaplı ve kurnaz olduğundan “Televole”nin yıpratıcı etkisini erken keşfedip kendini çekti. Futbolcular orada bir alay malzemesi, izleyicinin kendisini onlardan daha üstün hissetmesini sağlayan araçlardı sadece. Milletvekili seçildiğinde onun “Televole” geçmişi hatırlanmıyordu bile.

        Ama Alpay Özalan dibine kadar gitti. Hatta hâlâ evli olduğu eşiyle bile “Televole” sayesinde tanıştı.

        Bir hafta havuzda “Ben âşığım” dedi mikrofonlara... Ertesi hafta Cansel Özzengin, “O kim tanımıyorum, herhalde havuza dalarken kafasını vurdu” diye yanıt verdi. Çok kısa bir süre sonra evlendiklerinde hiçbirimiz şaşırmadık, çünkü “Televole” bizi Türkiye’nin belki de ilk “reality show” aşkına hazırlamıştı. Hiçbir şeye şaşırılmayan, her an her şeyin olabileceği, sürprizlerin ve şokların etkisini yitireceği bir Türkiye’nin temelini attı küçücük gibi görünen bir televizyon programı.

        TOPLUMSAL ÖFKE

        Alpay Özalan’ın AK Parti’den milletvekili adayı yapılmasında ironiyi sadece ben görüyor olamam. Çünkü AK Parti’yi yaratan dinamiklerden biri de toplumda “Televole” kültürüne karşı oluşan öfkeydi.

        Sibel Can o yıllarda Miami’de limuzinle gezerken “Benim için limuzin falan önemli değil ama çocuklar rahat ediyor” diye kahkahalarla gülüyordu kameralara. Yarım yamak İngilizce’siyle Acun Ilıcalı bol meme ve popo gösterdiği “esnek RTÜK” yıllarında, birinin hiçbir özel yeteneği ve parıltısı olmadan şöhret olabileceğini kanıtlıyordu.

        Öte yandan, Türkiye’nin tek televizyonlu evlerinde de hayat giderek zorlaşıyor, her geçen gün biraz daha fakirleşiyoruz ve ekrandaki servet pornografisinin aksi istikametinde ilerliyordu hayatlarımız. Kısa aralıklarla yaşadığımız iki kriz sonrasında mevcut siyasetçiler sistemi tıkamış, çözüm üretemez hala gelmişti.

        Atasagun ekrandaki servet pornografisinin serbest piyasa ekonomisine tepkiye dönüşeceğini, halkın devlet müdahalesi isteyeceğini ve giderek büyüyen eşitsizliğin komünizm sayesinde çözüme ulaşacağını öngörüyordu.

        Ama AK Parti bir alt-orta sınıf hareketi olarak doğdu. Medyaya, dayatılan ezberlere, “takiye” ve “şeriat” gibi Türkiye’nin ekrandan ezberlediği sözcüklere rağmen hiç denenmemiş, mevcut yapıya alternatif bir siyasi partiyi seçti.

        Toplum bir yandan Alpay Özalan gibilerden nefret ediyor, bir yandan da onun gibi olmak istiyordu. Galiba kanayan yaralara en iyi çözümün bireysel zenginlik olacağını öğrendi Türkiye “Televole”den ve eşini bile ekrandan seçen, gerçekliğin hiçbir şekilde canını acıtmadığı masalsı bir hayat yaşayan Alpay Özalan değişen Türkiye’nin simgesiydi.

        ***********

        1251 SADIK OKUR

        DÜN dikkatimi çekti. Sözcü’de Yılmaz Özdil’in tatile çıktığına dair “not” 1251 kişi tarafından paylaşılmış. Sadece bir cümlelik bilgilendirme bu, bir Yılmaz Özdil yazısı değil. Zaten yazıya tıklamaya da gerek yok, ne olduğu uzaktan bile belli.

        Ama 1251 kullanıcı tıklamış, okumuş ve üşenmeyip bir de bu yazıyı paylaşmış. Hakikaten tuhafıma gitti, bu kadar insan bu notta paylaşılmaya değer ne buldu diye? Ya Özdil’in okurları hakikaten çok sadık (ki bu şaşırtıcı değil) ve bir kısmı izin notuna bile ayrı değer atfediyor...

        Ya da bu rakamlar, etkileşimler, paylaşımlar ve son birkaç yılda öğrendiğimiz bu yeni terminoloji tek başına hiçbir anlam ifade etmiyor.

        ***********

        MUHARREM İNCE YANLIŞ YERDEN VURUYOR

        CHP’nin cumhurbaşkanı adayı “Ziya” yine bilmediği bir konuda esip gürlüyor. En son Düzce’de Erdoğan’a bir soruyla meydan okudu: “ABD’deki lobi şirketlerine kaç para ödedin? O şirketlerin içinde Netanyahu’nun partisine üye olan kişi var mı?”

        Muharrem İnce bir gün cumhurbaşkanı olursa Türkiye Cumhuriyeti adına bu şirketlerle kendisinin de masaya oturacağını bilmiyor mu? Bütün devletlerin başvurduğu ve siyaseti, diplomasiyi etkilemek için kullandıkları bir yöntem lobicilik.

        Amacı müşterisine hizmet etmek bu lobi şirketlerinin ve Washington’da işler böyle yürüyor. Bir lobi şirketiyle anlaşıyorsunuz ve sizin çıkarlarınız için yoğun çalışma yapıyorlar. Algı değiştirmek için lobicilerin önemi büyük. Türkiye’ye karşı önyargılara rağmen FETÖ’ye dair soru işaretlerinin oluşmasında da lobiciliğin etkisi var.

        GEREK YOK

        Gelelim sorunun ikinci tarafına: O şirketlerde Netanyahu’nun partisine üye olan kişi var mı? Bundan bize ne? Dış kapının dış mandalı, alakasız bir bağlantı. Kaldı ki İsrail hükümetine yakın biri Türkiye’nin tuttuğu lobi şirketinde görev yapıyorsa daha da işimize gelir; İsrail’in ABD siyaseti üzerindeki etkisini düşünün.

        Erdoğan ve hükümet birçok konuda eleştirilebilir, ama İnce kaç seferdir yanlış yerden vuruyor ve komik duruma düşüyor. Önce “Amerikalılar beni aradı” lafı, şimdi de lobicilik.

        Neden böyle uyduruk taktiklere başvurur, ateş olmayan yerden duman çıkarmaya çalışır? Bunlara ihtiyacı bile yok. Twitter muhaliflerini gaza getirmeye çalışmadan, biraz daha bilgi ve somut veriler üzerine siyaset yapsa yeter. Aksi halde kendi ayağına kurşun sıkacak.

        Diğer Yazılar