Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SURİYE'deki savaş bu hafta 2. yıldönümüne giriyor. 2 yılda 70 bin Suriyelinin katline, yüz binlercesinin yaralanmasına, 2 milyonunun yerinden olmasına yol açan olaylar 2011 yılının 15 Mart'ında başlamıştı.

        Bugün ortaya çıkan manzara karşısında taraflar birbirini suçluyor. Bir de hem Esad rejiminin hem de muhaliflerin suçladığı farklı dış faktörler var tabii. Lakin bana kalırsa bunca kanın vebalinin kimde olduğunu anlamanın yolu, kaseti geriye sarıp isyanın ilk günlerinde yaşananlara bakmaktan geçiyor. Eski bir polis muhabiri olarak, suçluya en yakın olunan zamanın olay anına en yakın olunan zaman dilimi olduğuna inanırım.

        15 Mart 2011 günü Suriye'nin Dera kentinde yaşanan olayın faillerinin tamamı 15 yaşından küçük çocuklardı. Bu çocukların çoğu da öğrenciydi. Dera'daki bir resmi binanın duvarına "Esad istifa" türünden sloganlar yazıp resimler çizdiler.

        O günlerde Türkiye'nin gündemindeki esas dış mesele Suriye değil, Libya'ydı. Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bir yandan Misrata'da iki ateş arasında Türkiye vatandaşlarının gemilerle kurtarılması için çaba sarf ediyor, diğer yandan da daha fazla kan dökülmesini engellemek için Kaddafi'yi görevi bırakması için ikna etmeye çalışıyorlardı.

        İşte Türkiye'nin ve dünyanın Libya'yla uğraştığı o günlerde Suriye'de de etkisi tüm bölgede hissedilecek depremin öncü sarsıntıları yaşanıyordu. Duvara yazı yazan çocuklar, ana kucağından koparılıp rejimin işkencehanelerine sokuldu. Serbest bırakılan çocukların hali, Esad'ın Hama'da 10 bin kişiyi katleden babasının yolunda olduğunu gözler önüne seriyordu.

        41 yıldır İsrail'e toprak vermekten başka hiçbir işe yaramayan Esad'lara karşı hissedilen öfke, işkencenin etkisiyle açığa çıkmaya başladı. Birçok Suriye kentinde gösteriler yapıldı. Lakin öfke büyük olsa da protestolarda dile getirilen talepler küçüktü. Rejimden tek isteği işkencecilerin cezalandırılması olan halkın, haklı da bir gerekçesi vardı: "Irak'ta 2003 sonrası yaşananların en yakın tanığı olan Suriyeliler, aynı senaryonun kendi ülkelerinde de yaşanmasını istemiyorlardı." Bunun için de taleplerini düşük tutuyorlardı.

        Gelgelelim rejim, Suriye halkının bu akil mesajını bile anlayamadı. Zıvanadan çıkan rejim, silahsız göstericilerin üzerine kurşun yağdırttı. Halka ateş açmayı reddeden askerleriyse rejimin cinayet şebekesi Şebbiha'nın keskin nişancılarına vurdurdu. Derken tecavüzler ve toplu kıyımlar başladı. İlk başta 3-5 şeklinde gelen ölüm haberleri, yerini onlarca, yüzlerce kişinin çoluk çocuk denmeden toplu olarak katledildiğini anlatan raporlara bıraktı. Rejimin zulmü ordudan firarlara yol açtı. Asi askerler silaha sarılarak halkını bu ölüm makinesinden korumaya çalıştı.

        Yanı başındaki zulüm Türkiye'yi iki arada bir derede bıraktı. Bir yanda Batı'ya barıştırdığı dost lider Esad ve milyarlarca dolar yatırımın yapıldığı Suriye, diğer taraf-taysa bin yıllık tarihdaşı olan Suriye halkı vardı. Davutoğlu, Suriye'ye sulh turları düzenledi. Telefon diplomasisine saatler ayrıldı. Lakin hiçbir şey Suriye'yi rejimin genetik hastalığına dönüşen zulümden kurtarmaya yetmedi.

        Türkiye aradan çekilince de meydan siyasi çıkarını her şeyin üzerinde gören ülkelere kaldı. Vahşetin dozu her gün biraz daha yükseldi. Rejim önce otomatik silahlar, sonra tank ve toplarla gitti halkın üzerine. Baktı olmuyor, savaş uçaklarını ve helikopterleri soktu devreye. Son birkaç aydır da füzeleri deneniyor. Şam, Halep ve Rakka'yı Scud'larla vuruyor.

        Lakin görünen o ki füzeler de Suriye'nin 15 Mart 2011 'de ayağa kalkan çocuklarını yerine oturtmaya, bitirmeye yetmiyor. Suriye halkı, Esad'ı Şam'dan kovacağı günün hayaliyle güçlenmeye, direnmeye devam ediyor.

        Diğer Yazılar