Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu iklimde, bu coğrafyada ve her türlü aşırılığın ihtiyaca dönüştüğü bu zamanda nasıl olmuşsa temiz kalmış bir akademisyen, oyuncu ve yönetmen Ayşe Lebriz Berkem. Kir tutmayan, kötülüğü bünyesinde barındır/a/mayan, titiz, uzun ve bedelsiz çalışmayı fedakarlık değil tiyatronun tabiatından bilen nadide isimlerden biri. İtinası, çalışkanlığı, sadeliği ve tevazusu adeta virüs gibi genel yapıda sırıtan sessiz, çok güçlü ve gerçek sanat emekçilerinden. Memleket onların sırtında ilerlemiyor mu zaten? Ülke gündeminde sanata yer ve zaman kalmasa da Türkiye tiyatrosu için gurur verici bir ilkin Edinburgh kahramanlarından biri. Sadece kendisi için değil ülke tiyatrosu için de inanılmaz bir deneyimin ve ışıklı kapıların zorlayıcılarından…

        Öleceğiz meraktan, Edinburg Fringe Festivali nedir, nasıldır ve vallahi bize de yazıktır?

        İnan ben de gidince ‘niye daha önce gelinememiş, katılınamamış, çok yazık’ dedim. Tuhaf bir his! Bir yanda gecikilmiş olduğu hissi hüzün veriyor bir yanda orada olmanın gururu sevinç yaratıyor… ‘Neredeyim’ sorusunun şaşkınlığını bir an once üzerimden atmaya çalıştığımı itiraf etmeliyim. Baktım duygusallığım ağır basıyor ‘geç de olsa geldik ya, en iyi şekilde oynayacağız’ dedim kendi kendime… Düşüncesi bile ‘inanamıyorum’ dedirtiyordu, bir de orada olunduğunda ‘inanamamayı’ dibine kadar yaşıyor insan. Hep temkinliydim gidene kadar, Edinburgh’a ayak bastığımda adeta bir perde kalktı … ve ‘geldik’ dedim. İskoçya'nın başkentinde düzenlenen Edinburgh Tiyatro Festivali dünyanın en büyük sanat festivallerinden biri. 1947 yılından beri sürdürülen bir gelenek. Festival bu yıl 7 Ağustos’ta başladı 31 Ağustos’ta sona erdi. Üç hafta boyunca dünyanın her yerinden gelen tiyatrolar oyunlarını oynuyor, sokakta performanslarını gerçekleştiriyorlar. Festival boyunca ‘her yer tiyatro; her yer izleyici’. Şehir inanılmaz hareketlilikte ve kalabalık, bunun sebebinin tiyatro olduğunu idrak ettiğimde oldukça şaşırdığımı, heyecanlandığımı ve imrendiğimi söylemeliyim. Bu yıl 49 ülkeden biri olarak "İmparatorluk Kuranlar Yahut Şümürz" oyunumuzla Fringe Festivali'nde, “C Venues” programına dahil olduğumuz kesinleştiğinde bize bir ay oynamamız teklif edildi ama bu maddi imkansızlıklar yüzünden mümkün değildi; 05-18 Ağustos tarihleri arasında on dört temsilimiz oldu. Oyunumuzu 230 kişilik bir salonda gerçekleştirdik. Düşün ki iki bini aşkın oyundan biri bizim oyunumuzdu ve İngilizce üst yazıyla da olsa Türkçe oynadık. Bu önemli festivalde yer almak bizimiçin son derece gurur vericiydi. Eşsiz bir deneyimdi. Kendimi tiyatroyla ve yeşille kuşatılmış bir dünyada oyun oynarken buldum, daha ne olsun!

        Edinburg sahnelerinden bakınca bizim tiyatromuzu nasıl ve nerede gördünüz? (Haydi havalara gir desem sen beceremezsin, yapmazsın! Ah ben gidecektim ki… )

        O kadar çok oyun vardı ki... İyi oyunları ıskalamış olmam kuvvetle muhtemel. Bizim akşamları oyunumuz olduğundan ve oyun öncesi hazırlıklar vs olduğundan çok fazla ‘deli’ gibi oyun izleme olanağım olmadı ne yazık ki... Ama şunu yakaladım sanırım, izleyici olarak gitsem International bölümdeki oyunları ve dans tiyatrolarını kaçırmak istemem doğrusu. Bu sene Ivo Von Hove’nin yönettiği Juliette Binoche’un Antigone’yi oynadığı prodüksiyonu izlemek benim için önemli bir kazançtı. Bence çok iyi bir oyundu; rejisiyle, dekor ve ışık tasarımıyla ve oyuncularıyla bir bütün olarak (bence) iyiydi. Fringe’de ise iyice çalışmak okumak gerek hangi oyunu izlemek isteyeceğine karar vermek için. Daha önce çıkmış eleştirilere bakılıyor ya da o esnada çıkmış eleştirileri takip etmeye çalışıyorsun. Mütevazı olmak iyidir ama (bence) oyunumuz gördüklerim içinde çok iyi bir yerde duruyor. İltimas yapmadan söylüyorum; yıllar içinde işin dışına çıkıp, oradan bakıp değerlendirebilecek bir bakışım oluştu sanıyorum. Fringe bünyesinde müzikaller var, kabareler, şovlar, konserler ve bir de dekorsuz kostümsüz küçücük mekanlarda hikaye anlatanlar var. Açıkçası oldukça iyilerini burada izledim. Küçük mekanlarda izlediğim üç tane unutamayacağım oyun var; biri Sarah Kane’nin bir oyunuydu ve etkileyiciydi. Zamanım olsaydı da keşke bu sayıyı arttırabilseydim. Sonuçta hem oyun oynayıp hem oyunlara koşuşturmak zor oldu.

        İmparatorluk Kuranlar yahut Şümürz’ü Edinburg’a taşıyan neydi? Yani ne yapmalı, ne etmeli, nasıl sahnelemeli de yerelden evrensele sıçramalı? Yoksa bayılttı mı evrensel değerler geyiği? Hatta evrensel değerler değersiz mi ne?

        Hayal Perdesi Beyoğlu’nun kurucusu ve sanat yönetmeni Selin İşcan’ın bir hayaliydi bu festivale katılmak. Her şey bir hayalle başladı. Kendisi festivali çok iyi takip eden biri... Her gittiğinde de ‘neden Türkiye’den bir oyun yok, neden Türkçe oyun oynanmasın’ diye sorup durmuş. Bu oyunla beraber müracaat etmeye karar verdi. Sonrasına hiç girmeyeyim, oldukça uzun ve meşakkatli bir süreç. Ben bir aşamasında ‘olmuyor’ deyip bırakabilirdim inan ki ama Selin hiç pes etmedi. Yazışmalar epey bir zaman aldı, maddi imkanları yaratmak için sponsor bulmak da çok zaman aldı vs. Sıkıntıları oldu tabii ama istediğimiz Venue’de oynayacağımız kesinleştiğindeki coşkumuzu görmeliydin. Oyun oynanmaya başladıktan sonra hakkımızda çıkan eleştiriler ve (orada bir yıldız sistemi var) eleştirmenlerin ikisinin dört yıldız vermesi ayaklarımızın hafifçe yerden kesildiği bir iç mutluluk halini yaşattı bize, doğruya doğru! Bu kadar çabaya, koşuşturmaya, yorgunluğa, strese değdiğini düşünüyorum. Sonuçta ülkemizi de Türk Tiyatrosu’nu da iyi temsil ettiğimizi düşünüyoruz. Her şeyden önce oyun özellikle bu festivale gidecek diye ‘evrensel’ kriterler gözetilerek yapılmadı. Yönetmen Aleksandr Popovski iyi bir yönetmen. Boris Vian olağanüstü bir yazar. Yönetmenin, bu dahi yazarın oyununu yapmak istemesindeki fikir de sağlam bir yerden çıktığında oyun zaten belli bir nitelik kazanıyor; bir de onun üstüne dekor ve kostüm tasarımındaki yaratıcılık eklenince izlendiğinde oldukça heyecan verici bir nitelik daha kazanıyor; bir de oyuncular (Reha Özcan, Selin İşcan, Ayşe Lebriz Berkem, Tuba Karabey, Nihat Alptekin, Selin Tekman) ‘yönetmenin fikrini’ anlayıp/algılayıp, onun istediği tarzı benimseyip ustaca sahne üzerinde uyguladıklarında her şey bütünleşmiş/tamamlanmış oluyor. Biraz sihri de ekip olabilmeyi başarmak, ekip ruhunu korumakta buluyorum. Bundan sonra yapılması gereken yegane şey yaptığın şeye aklen ve kalben ‘inanmak’.

        Oyuncunun bedenini aşması mümkün mü yoksa beyhude bir çaba ve koca bir yalan mı kendinden çıkıp başka ruhları bedene taşımak? Bazı oyuncular oyunculuğu oynuyorlar mı? İsim de vermezsin ama yine de soralım kimler oynuyor kimler oynamıyor oyunculuğu?

        Bu ‘aşma’, ‘aşkınlık’ meselesi derin bir mesele (derin bir tutku da diyebilirim). Kendimizden vaz geçebilmeyi göze alabilirsek o başka ruhlara yer açabiliriz belki. Bunun da yanlış anlaşılmasını istemem açıkçası. Kendinden vaz geçmek, kendini kaybetmek gibi anlaşılabilir, o yüzden temkinli söylemek istiyorum. Biraz da öyle çalışmaya/bakmaya yatkın olmak gerekiyor. Çok daha basit bir yerden söyleyeyim ‘o başka ruhu’ oynarken aklına ‘kendinle ilgili’ gündelik sıradan yaşamındaki herhangi bir şey aklına gelmiyorsa sen o ‘an’dasındır demektir. Bu da eşsiz bir andır. ‘Şimdi’ , ‘Şu An’ , ‘Burada’ olma hali... Buna seni hazırlayan bedenin ve zihnin ve kalbin ve bunların birbiriyle uyumu. Benim ‘o’ kişiyi önce bedenimde arayıp bulmak istemem bir tercihdir, bir başkası farklı arayışlarla ona ulaşabilir. Ben şahsen oyuncunun bedenle ilişkisini önemsiyorum. Bana göre benim oyuncu bedenim, bir başkasını anlatmak/oynamak için ‘aracı’ aslında, oyuncu olarak kendimi o rolün arkasında mümkün olduğunca ‘görünmez’ kılmak için çok uğraşıyorum. Şamanlara benzetiyorum oyuncuları bu yüzden. Tek fark o ‘an’dayken bilincimizi hiç bırakmayışımız.

        Esaslı ve saygın bir tiyatro ismi olarak kendi tiyatro yolculuğunuzu (beden, ruh, akıl ve performans temelinde) tanımlar mısınız? Neredesiniz, bu yol nereye gider, nereye çıkmaz? Bana da uğrar mı, gelsem orada mı?

        Bu yol uzun... üstelik artık gittikçe ve gittikçe varılacak bir noktası olmadığını da idrak etmekteyim. Hırslarımdan, iddialarımdan, mükemmelliyetçiliğimden, başarı tutkumdan iyice sıyrılıp düşündüğüm ve hissettiğimi mümkün olan en sade biçimde yapmak ve gitmek istiyorum. Bu şimdilik bir istek. Ne zaman olur bu bilinmez! Kendimi bazen fazla yalnız hissettiğimden ve oyunu yapacak finansal birikimim de olmadığından ‘tek kişilik’ oyunlar tasarlamış olmam beni performans türü işlere yöneltti. Böyle de gideceğe benzer. İnandığım/hissettiğim/düşündüğüm bir sözü söylemenin dışında tiyatrodan beklentilerimi de aza indirebilirsem ‘an’da hoşnutluğumu sağlayabilirim belki, kim bilir! Burada değerli olan rastlantısal bir biçimde birlikte bir söz söyleme, birlikte bir şey yapma arzusu içinde olduğun insanların karşına çıkması ki bu çoğulluk benim gibi kendini yalnız hisseden biri için müthiş bir şey. Bilmem anlatabildim mi?

        Sanatta ve aslında her mecrada daha süratle, daha hemen, daha az zamanda, ama daha çok içerikle ve daha kolay olma çabası bizi nereye götürüyor? Kimsenin uzun oyunlara dayanacak yüreği, sabrı ve vakti yok, var mı? Daha, daha, daha neler?

        Benim bu sorunla aklım Gülten Akın’ın şiirine uçtu ‘Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya’. Gittikçe farkındalıklarımız azalıyor. Çok üzücü ama öyle… Gündelik koşuşturmalarımız, dertlerimiz, tasalarımız içinde kendimize odaklı oldukça bir ‘diğerini’ daha az fark eder olduk. Bizden ötede olan için ‘şimdi ne düşünüyordur, ne hissediyordur, acıkmış mıdır, üşümüş müdür, fasulyenin nimetlerini mi düşünüyordur’ demeyi azalttık. Bir bakıştan ciğerini okurduk, şimdi bakıyoruz anlamıyoruz. Her şeyi çabuk tüketiyoruz. Zaman artık inanılmaz çabuk geçiyor. İnanamıyoruz. Yavaşlığa tahammülümüz bitti. Nuri Bilge Ceylan filmlerinin uzunluğu ve yavaşlığı ‘sorun’ olabiliyor. Edinburgh’ta oyununu izlediğim Ivo Von Hove de öyle… yavaş, bazen duruyor bile… Ben seviyorum bu yavaşlığı… kendime inat seviyorum. Uzun olmalarını düşünmeğe vaktimin olmadığı kendimi içinde hissettiğim işler bunlar. Herkes için öyle olmayabiliyor ama… ben de kendimce iyi şeyler izlemek dinlemek istiyorum, sıkılmaktan korkuyorum bazen çünkü o zamanın yerine yapmak isteyebileceğim ya da zorunda olduğum işleri düşünüp ‘keşke’ onları yapsaydım deme ihtimalim var, bu beni nasıl korkutuyor anlatamam. Bununla hesaplaşmam lazım. Bak, zaman hep ensemizde işte! Bu biraz sistemin her şeyi çok çabuk tüketme üzerine kurulması yüzünden. Yemeğimizi yedik sofradan kalktık, sporumuzu yaptık doğru işe gittik, öğlen arasında iki dostu sığdırıp yine doğru işe döndük ya da dostları hangi güne sığdırırız diye oturup düşünmeye başladık ve birbirimize randevular vermeye başladık ‘haftaya şu gün olur anca’ diye, bir güne bir çok şeyi sığdırabilmeyi başardık mı da ‘aferin’i kaptık! Hayat bu artık! Makineyi boşa alamıyoruz ya da saatte otuz kilometre hızla etrafımızı izleye izleye gidemiyoruz.

        ‘Nasıl bir tiyatro’ başlığı sosyal medya da özellikle tiyatrocular arasında bir arayış sürecinin örneği oldu. Demek ki yolunda gitmeyen ve hoşnut olunmayan bir gidişat var. Durum çok mu kötü, içeriden bildirir misiniz? Ne oluyor orada? Sen söyle ben ispiyonlarım hemen.

        Bu sorunun cevabını sosyal medyada yazmamıştım sanırım, bu vesileyle yazayım: 1-kendime ve izleyiciye karşı ‘dürüst’ olduğum bir tiyatro 2- sıkıcı olmayan bir tiyatro 3- yenilendiğim ve yeni bir şey deneyimlediğim tiyatro. Aslında yolunda gitmeyen ülkemizin halleri! Her şey onun bir parçası. Ne ‘iyi’ gidiyor diye sorsak bir hukukçuya bir doktora bir hocaya bir mühendise bir gazeteciye, ne diyeceklerse bizler de üç aşağı beş yukarı benzerlerini söyleyeceğiz. Yaşadığımız sorunlar bizim mesleki özelimiz de olsa bir bütünün parçası. Bizim kurumlarımızdaki ya da özel tiyatrolarımızdaki sorun bittiğinde mi ülkenin top yekun sorunu biter yoksa tam tersi mi diye düşünüyorum. İçerde durum kötüyse dışarısı ondan daha iyi durumda değil demektir. Bir mücadele olacaksa kimsenin, bir başkasının acısına sorununa kör sağır dilsiz olmamasıyla olacaktır. Bu mücadelenin ‘istikrarlı’ ve ‘uzun soluklu’ olması için dirençli olmak gerek. Bu ülkede bir günden öteki güne bir şeyler hooop deyip düzelmiyor, bunu yaşayarak öğrendik. Çözüm için uğraşmak, didinmek ve yeri geldiğinde hesap sormaktan korkmamak gerekiyor. Bunun için de ‘birlik... birlik... birlik...’ olmak gerek başladığımız işi yarıda bırakmamak için. Yaşadığımız şu zaman diliminde karşı karşıya kaldığımız bir çok sorun var; bir oyuncu olarak etkilenmememiz mümkün değil ama etkilenmeyi nasıl bir hikayeyle, nasıl bir tarzla aktaracağımız benim için çok önemli. Ne yaparsam yapayım kendimle yüzleşmeden yaptığım bir işin kıymeti yok!

        Aşırılıklar çağında oyun sahneleme çabası bazen saçma, fazla ve absürt değil mi? Ya da belki sıkıcı? Tiyatro da yapısal değişim gerekiyor mu?

        21.yy’da, yaşadığımız bu zaman diliminde ‘saçma nasıl olmalı’yı bulabilmeli belki de! Hatta ‘yabancılaşma’yı! Çünkü her şey çok daha fazla saçma! Korkutucu derecede saçma hem de! Sağımız solumuz doğumuz batımız kaos kargaşa içindeyken, ben de bazen verilen mücadelelerin ömür boyu sürecekmiş hissine kapılıp bezgin olabiliyor ya da kazanılmış zaferlerin insanların elinden alındığını gördüğümde ‘boşuna mıydı’ diye düşünebiliyor ya da savaşın bir çocuğun gözünden ‘sevinci’ nasıl yok ettiğini, daha acısı çocukların hayatını nasıl alıp yok ettiğini gördüğümde kendi mutsuz hallerimin saçmalığı ile boğuşabiliyorum. O zaman bir ‘oyun’ oynamak da anlamsızlaşıyor. Sonra toparlanıyorum ve bir oyun düşünürken buluyorum kendimi... her oyun içimdeki varoluşsal yada toplumsal bir sıkıntıyla boğuşmanın sonucunda oluşuyor sanırım. Bu sıkıntıyı aşabilmenin yollarını (kendileğimce) oyunu çalışma esnasında arıyorum. Bir şey üretmek böyle zamanlarda change.org’a imza atmaktan daha iyi geliyor bana. Hayat bu kadar sertliğiyle karşımızda ‘izlenir’ bir haldeyken ben hikayeyi nasıl ve ne şekilde anlatabilirim diye düşünüyorum çünkü anlatmazsam olmaz! Şiir yazmak gibi, resim yapmak gibi... kendini yaparken bulmak! Bunun yolunu bulmaya çalışıyorum kendimce. Arıyorum daha doğrusu. Bunun dışında kendime minik hatırlatmalar yapıyorum, örneğin bilimdeki teknolojideki değişimlerin bugün nerelere vardığını düşünüyorum. O zaman ‘çalış’ ‘dene’ ve ‘yorulma’ diyorum. Tiyatro’da yapısal değişimin gerekip gerekmediği ‘ihtiyaç’ duyulmasıyla doğru orantılı diye düşünüyorum. Uygulayıcılar ile izleyiciler bunun ihtiyacını duyuyor mu? Duyuyorsa değiştirmek için bir şey yapmaları gerekiyor. Değiştirmek gerektiğini düşünüp de değiştirmiyorlarsa ya yeterince istemiyor, risk alamıyorlardır ya da nasıl yapacaklarını (henüz) bilmiyorlardır ama asıl en kötüsü değiştirmek gerektiğinin farkında olmamalarıdır ki bu yolda kalma ihtimalleri olduğu anlamına gelir. Bu duruma gelmeden ‘değişime’ açık olabilecek bir görüşü benimsemeliyiz ve araştırmalıyız. Bence tiyatromuzda bu anlamlı çabaları veren ve değişimi getiren tiyatrolar, yönetmenler ve oyuncular var. Onlar hepimiz için moral kaynağı.

        Oyuncunun yaptığı işi tanıtmak ve duyurmak adına reklamcıya dönüşme zorunluluğu için ne düşünüyorsunuz? İşin doğası bunu gerektiriyor mu yoksa tiyatronun tabiatını bozuyor mu?

        Gerekli ama ben yapamıyorum. Yeteneğim yok. Profesyonel olarak destek alacak maddi kaynağım da yok. Kendi işimin tanıtımını zor yapıyorum çünkü o zaman kendi oyunum için ‘ şöyle iyi böyle iyi’ demeliyim, demezsem kimse dönüp bakmıyor, zaten beni kimse de tanımıyor, ağzın laf yapmazsa mümkün değil dönüp bakmaz. İyi de zaten ben kendi yaptığım işi nasıl övebilirim, övmeye utanırım, yüzüm kızarır. Ne işimi herkes gibi tanıtabiliyorum ne de para konuşabiliyorum ve bunun bedelini de ödüyorum, sadece artık üzülmeyi bıraktım ama herkese öncelikle emeğinin karşılığını alması için sonra da oyununun tanıtımı için yapılması gerekli şeyleri dilim döndüğünce, aklım erdiğince anlatıyorum, hatta teşvik ediyorum, ‘başınız dik talep edin, arayın, koşuşturun, peşine düşün’ diyorum. Ben başarısızım o ayrı! Buradaki temel şey bir emekle ortaya konulan işin insanlara ulaşmasını sağlamak. Ne için? Bunun cevabı önemli. Eskiden oyunumuzu izlemeye üç kişi de gelse otuz üç kişi de gelse hiç fark etmez derdim ama şimdi zamanımın kalmadığını inceden inceye hissettiğimden olsa gerek seyirciye ulaşmayı istediğimi fark ettim. Benim için kıstasşu: bir oyunun tanıtımını görüp, merak edip gidiyorsam tanıtımı ile oyunun kendisi arasında uçurumun olmamasını istiyorum. Beni oraya getirene kadarki ambalaj kısmının dikkat çekmek için (seyirci çekmek için) yapılırken ibrenin fazla kaçması! Tam da bu noktada, bir oyun ile bir ‘malı’ ayırabilecek o ince sınırı iyi ayarlayabilmek gerekiyor. Sanat olunca kaldırmıyor o sınırı geçmek (bence).

        Tiyatrocunun yaşamını idame ettirebilmesi oldukça zor, neredeyse imkansız. Mesleğe meyledenlere neler önerirsiniz? Vazgeçilebilir mi, oynamazsa ölür mü bazısı? Sonumuz reçelci, pazarcı, limonculuk ya da tımarhane mi?

        ‘Acı eşiğini yukarı çeksin. Dayanıklılığını arttırsın. Nefsine sahip olsun.’ Şimdi bütün bunları desem ne olacak! Herkes kendi yolunun yolcusu. Kafasına göre takılsın. Bir öğüt vereceksem bu öğüdü kendime versem daha iyi, haddim de değil zaten! Ben şahsen mantı, dolma, elmalı/peynirli poğaça ve bir iki şey daha yapıp satabilirim diye düşünüyorum zorda kalırsam, hatta belki onları daha rahat satarım çünkü daha bugün pazarda herkes ne güzel bağırıyordu, ben de bağırırım arada da şiir, oyunlardan pasajlar okur kaynar giderim. Sabah siftahtan sonra sesim de açılır. Olmaz mı öyle? Keşke yıllar içinde başka maharetler de edinseymişim ama hep güllük gülistanlık olacak, hep ‘her yer tiyatro’ olacak sandım. Nereden bilecektim bir gün AKM’nin olmayacağını!

        Mümkün olsa sizi klonlar her mecraya birkaç Ayşe Lebriz Berkem armağan ederdim. Boyumuzu çoktan aşan pisliğe, kötülüğe, inançsızlığa ve ilkesizliğe detoks niyetine… Reçete olarak yani!Ayşe Lebriz Berkem gibi bir tiyatro dileğiyle ayrılalım yazıdan bari…

        Diğer Yazılar