Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Batur Belirdi hem herkesin tanıdığı hem de kimsenin nereden tanıdığını hatırlamadığı gerçek tiyatro emekçisi, sinema ve dizi oyuncusu dünyalar tatlısı harika bir insan… Sadece oyunculuk ve tiyatroya harcanmış bir saygı duruşu! Beklentisiz bekleyişiyle tiyatroyu ayakta tutanlardan…

        -Oyuncunun başarısının kıstası nedir? Ün mü, para mı, alkış mı, iç tatmin mi? Mümkün mü?

        Önce insanız. Erdemlerimizle, zayıflıklarımızla. İnsanlar bin çeşit. Oyunculuk mesleğini icra eden insanlar da çeşit çeşit. Yani ün isteyen de var, para isteyen de, alkış isteyen de var, iç tatminle yetinebilen de. Başarıyı elde etme yolu, başarı ne demekse, insana göre değişiyor. Herkesin bir yoğurt yiyişi var. Şahsen benim “başarı” kavramıyla derdim yok. Başarının genel geçer tanımıyla işim olmaz. O anlamda “başarılı” olmak gibi bir derdim yok yani. Hayat, yanlarında “başarılı/başarısız” yazılı seçenek kutucuklarından oluşan bir yapılacaklar listesi değil. Bize dayatılan sonuç odaklı, stres yüklü hayat tarzından çok süreç odaklı oldum hep. Mutlu olmak gibi bir derdim var sadece. Bence insan hangi işi yaparsa yapsın eğer mutluysa başarılı sayılır. Bunun getirileri, eski deyişle tezahürü, ün de olur, para da, alkış da olur, iç tatmin de, veya hepsi. Önemli olan istediğin, sevdiğin işi yapabilmek! Sevdiğin hayatı yaşamak ve bundan, bu süreçten mutluluk duymak! Başarı denen şey bu olmalı.

        Geçenlerde bir tanıdığımın beş yaşındaki oğlu tablet bilgisayarındaki oyunu oynarken birden “Başaramadım!” diye ağlamaya başladı. Sonuç odaklı eğitimin acı sonucu. “Neyi başaracaksın? Deli misin? Daha beş yaşındasın, saçmalama! Eğlen! Gül! Çocuksun sen!” demek geçti içimden. Sustum.

        -Ülkemizde oyuncunun salt mesleğiyle var olabilmesi için bazı stratejiler, ilişkiler ağı kurması gerekiyor mu? Yoksa işini iyi yapmak yeter mi?

        -Oyuncu hem bedenini hem de ruhunu doğru beslemeliyken ev kirasını nereden sağlamalıdır? (Bu ygs sınavında çıkan eleme sorusudur.)

        (Gülümsüyor) Hem bedenini hem ruhunu beslemek tabii belli bir maddi güç gerektiriyor. Ev kirasını nereden sağlamalıdır? Bunun YGS’de çıkması ilginç. YGS şimdi Yüksek Öğretime Giriş Sınavı değil mi? Sürekli isimleri değişiyor da. Doğru değil mi? Evet. Çok manidar orada çıkması, o ayrı bir konu tabii. Bu zor sorunun cevap seçeneklerinin sayısını altıya düşürebilen bir YÖK sahibi olmak da “başarı” sanırım. Neyse o da başka konu. (Hay Allah ciddiye aldı, bari siz de ciddiye alın ygs şakamı da belli olmasın. )

        Şöyle söyleyeyim. Bu pek çok meslek için geçerli. Özünde daha önce konuştuklarımızla örtüşen bir şey. Her meslek sahibi, her insan hem bedenini hem ruhunu beslemek zorunda. Herkes. Oyuncu belki daha fazla diğerlerinden. Çok okumalı, çok görmeli, ufkunu genişletmeli, deneyim sahibi olmalı, çok bilmeli, hayat deneyiminin yanında sanatsal deneyim sahibi olmalı. Ve oyuncu için hiçbir zaman yeterli olmamalı bu. Bu, her insan için geçerli olmalı. Sadece oyuncu, mesleği icabı her insanın yapacağından daha çok bunu yapmalı ki insanlara aktaracak daha fazla edinimi, tümcesi, sözü olsun, deneyim paylaşım yetisini geliştirsin.

        Şimdi ev kirasını vermek, sorun. Kiralar yüksek. Önemli bir soru ama gerçekten buna cevabım yok. Keşke cevap seçeneklerini görseydim de onlar arasından bir seçim yapabilseydim. En azından altıda bir tutturma şansım olurdu cevabı ama muhtemelen o seçenekler de çok işe yarar şeyler değildir. Ben şimdi o seçenekleri merak ettim valla. Neydi acaba cevap seçenekleri? Hmmm.. Bilen varsa bana söylesin.

        Şaka bir yana, “hep aynı şeyi söylüyorsun” diyeceksiniz belki ama bence mutlu insan ne ev kirasını dert eder, ne de benzer bir şeyi. İç huzuru varsa hiçbir şey dert olmaz. Sorunlar çözülür bir şekilde. Zor tabii. Hiç bir zaman kolay değil. Bazı coğrafyada daha zor, bazı coğrafyada daha az zor. Ama hep zor. Oyuncunun hikayesi de bu işte.

        -Geldiğiniz noktadan memnun musunuz? Başka türlü olsa ne olurdu, olur muydu? Memnunum tabii, niye olmayayım. Şükran duyuyorum evrene yaşadıklarım için. Yirmi yıl önce, on yıl önce bambaşka hayatlar yaşıyordum, yaşayacağım daha. Bu yolculuk çok güzel! Zevkini çıkarmaktan başka çaremiz var mı?

        Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Bölümü mezunuyum. Aynı zamanda Şahika Tekand’ın Stüdyo Oyuncuları okulunda performing arts eğitimi aldım. Uzun bir zaman mimarlık ve aynı zamanda oyunculuk yaptım. On yıl kadar önce, belli bir yerde, profesyonel olarak mimarlık yapmayı bıraktım. Tasarım ve yaratıcılık ağırlıklı proje mimarlığı yapmaya çalışıyordum. Zaman içinde müşterilerin bana ihtiyacının kalmadığını fark ettim. Benden yaratmamı, tasarlamamı beklemiyorlardı. Uğraşamadım, belki çabuk havlu attım bilmiyorum.

        Mimarlık iyidir, zevklidir, güzeldir, yapabiliyorsan eğer, yine olsa yine yaparım sıkıntı yok. Bu sıkıntı sözcüğünün son beş sene içinde oluşan kullanımını seviyorum. Az bulunan iyi buluşlardan biri.

        Neyse, sonraları sadece tanıdıklara mimari danışmanlık yapmaya başladım, yani isteyene, değer verene, dinleyene. Sadece oyunculuk yaparak hayatımı idame ettirmeye devam ettim. Sahne ağırlıklı olarak oyunculuk yapmaya başladım. Kamera önü çalışmaları da çok oldu ama sahnedeki o saf durum, nasıl denir, makyajsız, post prodüksiyonu olmayan durum sanat yaratımının tadını almış biri olarak beni diğer mecradan daha çok cezbetti. Sahne üzerinde ya övgünüzü ya da yerginizi anında alırsınız izleyiciden. Alkışınızı ya alırsınız ya da almazsınız. Sıfır ya da bir! Gri alanlar yoktur çok fazla. Basit. Adil.

        Oyuncu bir insan olarak geldiğim noktadan şu anlamda memnunum. Sahnede yaptığım şeyin karşılığını tam da o an seyircinin gözündeki ışıkta görüyorum. Genç, yaşlı, her kesimden bizi izlemeye gelmiş insanların gözlerinde görüyorum o ışığı. Bu da beni yaptığım işte daha iyi olmak için kamçılıyor ve mutlu ediyor.

        Eğer bir adrenalin çeşidi seçmem istenseydi, hani vardır ya adrenalin bağımlısı olmak diye bir şey, sahne üzerinde yaşanan veya oyunda ilk sahneye çıkış anında yaşanan adrenalin patlamasını hiç bir şeye değişmem.

        -Genel olarak oyunculuk yapılan mecralardaki değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Gelişiyor mu, değişiyor mu, bozuluyor mu, düzeliyor mu?

        Mecra derken kastettiğiniz sanırım kurumsal anlamda belki ama ben kurumlardan bağımsız, teknik açıdan oyunculuk yapılan mecraları ikiye ayırmayı tercih ediyorum. Canlı izlenen, yani o anda ve orada izlenen ve canlı olmayan, yani bir şekilde kaydedilen ve daha sonra yayınlanmak üzere üretilen.

        Bu iki mecranın biri gerçek biri değil demeyeceğim. Canlı ve sahnede olanın, o anda, orada yapıldığı ve hiç bir zaman tekrarının olmayacağı için gerçek olmama şansı yok. Yüz, iki yüz, bin oyun oynayanlara sorulan popüler derinlikte bir soru vardır. “Her gün aynı şeyi oynamaktan sıkılmıyor musun?” diye. O bin oyunun her gecesi birbirinden farklıdır. Bunu oynayan da bilir izleyen de. O nedenle “aynı” oyuna tekrar tekrar gelen seyirciler vardır.

        Diğer mecra, buna kayıtlı mecra diyelim, daha sonra yapılacak değişikliklere açıktır, ki teknik açıdan amaç budur zaten. Hangi amaç için oyunculuk üretimi yapıldıysa, sonrasında ürünü değiştirmek, kurgulayarak son ürünün en istenildiği şekilde olmasını sağlamak üzerine kurulmuştur. Popüler kültüre hitap etmek için biçilmiş kaftandır.

        Her iki mecranın da kendine ait kültürü, kurumları, geçmişi, geleceği, seveni, söveni vardır. Mimarlık mesleğini bıraktım çünkü kişisel olarak tasarımımı ortaya koyacak mecra bulamıyordum, yani aslında mimarlık yapamıyordum. O yüzden daha adil olduğunu düşündüğüm başka bir tasarım alanı olan sahneyi seçtim. Ülkemizde tasarım alanında, kreatif işlerin, üretimlerin yapıldığı mesleklerdeki insanlarımız genelde mutsuz. Göç ediyorlar, gidiyorlar. Çünkü onlara yeterince talep yok. İnsan kalitesi o kadar düştü ki onlara talep kalmadı. Popüler işler de, adı üstünde bu kalite düzeyine hitap eden işler olduğu için bu mecralar gelişiyor diyemeyeceğim. Değişiyor mu? Evet, değişiyor. Kalite düşüyor, çünkü daha iyisini talep eden yok. Uzun bir zaman, belki birkaç kuşak bu böyle kalacak korkarım.

        -İz’deki performansınızla kalıcı bir resim olarak hafızalara kazındınız. Karakterinizi tanımlar mısın?

        Teşekkür ederim. Bu övgüyü hak ettiysem ne mutlu bana. Arkadaşlarımla birlikte yaptığımız işe katkım olması benim için mutluluk kaynağı. İz oyunu sahne hayatımda ilkleri yaşadığım, izleyiciden büyük takdir gören, ödüllü ve önemli bir oyun. Oyuncu arkadaşlarımla birlikte ekip ruhunu iliklerimize kadar hissettiğimiz bir iş.

        Seksenlerde, darbe döneminde kiracısı olan, umutsuz, sıkışmış, Dev-Yol üyesi kaçak bir gençle yaşadığı trajikomik köşe kapmacanın anti kahramanı.

        Aşırı havalı anlattım sanırım...

        -Sanatın her türlüsünün büyük sıkıntılara gebe olduğu ülkemizde oyuncunun ortalama kaderi mutsuzluk mu mutluluk mudur? Ne kadar, nasıl?

        Sanat, özellikle tiyatro bence biraz doğrucu olma işi. Hiciv üzerine az ya da çok uzmanlaşmış, diğer insanlardan daha çok anlama ve aktarma deneyim ve becerisine sahip olması tiyatrocuyu gördüğü, duyduğu veya bildiği çarpıklıkları belirtmek, vurgulamak ve bunları malzeme olarak kullanarak toplumun ve dolayısıyla insanlığın ileriye dönük kendisiyle ve her şeyle ilgili rahatça soru sorması ve eleştirmesi yolunu açmak, doğruyu bulmasını sağlamak gibi bir durumda bırakır! Bu, sanatçının yaptığı işin tabiatında vardır zaten. Özellikle tiyatrocunun. Tiyatro böyle bir şeydir.

        Sadece ülkemizde değil bütün dünyada az ya da çok o ülkenin veya o coğrafyanın durumuna göre, orada yaşayan insanların seviyesine göre değişkenlik gösteren baskı ve bastırma unsurları olabiliyor. Herkes o hicivi kaldıramayabiliyor. Bizim coğrafyamızda da var. Dünyanın diğer bölgelerine göre daha çok olabilir. Daha az olabilir. Ama dünyanın her yerinde eleştiri üzerine kurgulanan ürünler mutlaka birilerinin canını sıkmak gibi durum içinde bulur kendini zaten.

        Sonuçta oyuncunun ortalama kaderi yarı mutsuzluk yarı mutluluktur. Bu her insanın kaderidir zaten. Yin ve Yang. Mutsuzluk olmadan mutluluğu kavrayamayız. Veya tersi. Ne kadar? Bence yüzde elli elli! Nasıl? Nereye giderseniz gidin yüzde elli mutluyla yüzde elli mutsuzu bulursunuz bence. Hangi yüzde elliye girdiğinizi kendiniz seçin. Yin mi? Yang mı?

        -Küçük sahnelerin çoğalması özgürlük mü sağlıyor yoksa özgürlüklerin dar alanlara hapsolduğunun mu resmidir?

        Valla su akar yolunu bulur diyorum buna cevap olarak. Özgürlüklerin kısıtlanması hiçbir zaman özgürlüklerin yok olmasına neden olmaz. Doğa her şeyden üstündür. Bir yerden kısıtlanan şey diğer yerden çiçek gibi açıverir. Şu içinde bulunduğumuz zamanlarda küçük sahnelere mahkum olmak özgürlük kısıtlanması olarak görülüyor ama belki şöyle de düşünebiliriz: Özgürlükler sadece büyük sahnelerde yaşanmaz. Küçük küçük parçalara ayrılmış küçük özgürlükler büyük kocaman bir özgürlük oluşturabilir...

        Ülkemizde, şehirlerimizde sıkı bir tiyatro izleyicisi var. Küçük sahneler sahne insanlarının kendilerini ifade etmeleri için belki de en uygun ortamı sunuyor şu an. Yani kime göre büyük, neye göre küçük? Bir işletme, bir ticarethane olarak düşündüğünüzde, yani o gözlükle bakınca belki büyük ya da küçük kavramları sizin için önemli olabilir. Mekanın işletmesine devam edebilmek, masrafları, kirayı çıkarmak, vs... Ama içerik olarak düşündüğünüzde sahnenin büyüğü küçüğü olmaz. İçerik sağlamsa o sahne büyüktür ve bunun ödülünü seyirci size verir. En önemli şey ne söylediğiniz, ne yaşattığınız, ne düşündüğünüz, ne düşündürdüğünüz... Gerisi önemli değil, küçük sahneymiş, büyük sahneymiş...

        O herkesin bildiği ünlü şahsiyetin dediği gibi: Önemli olan işlev...

        -Oyuncu politik duruşunu ifşa etmeli midir? ( Her şeyi oyuncudan beklemek hak mıdır? Oyuncunun hakkını yemek helal midir?)

        Oyuncunun yaptığı iş zaten yeterince açıklayıcı bence. Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz yani. Bu çok uygun bir cevap olur bu soruya. Yani yapılan iş, hele de meslek oyunculuksa, sizin politik duruşunuzu, dolayısıyla düşüncenizi, ruhunuzu zaten barındırır ve yansıtır. Sahne işinde bir tümce, bir söz, bir düşünce vardır. Ve bunu sizi izleyen insanlara aktarmaya çalışırsınız. O tümceyi aktarmaya talip olduğunuz andan itibaren o iş, o tümce sizin de tümceniz olur. Böyle olmalı bence. Başka tarz bir oyunculuk düşünmek istemiyorum. Popüler mecradaki işler başka. Ha insanlar inanmadıkları, savunmadıkları tümceleri iş için söylemek zorunda kalıyorlar mı? Kalıyorlar. Ama bu herkesin başına geliyor sadece oyuncunun değil. Eve ekmek götürmek için istemediğiniz işlerde çalışmak, yapmak istemediğiniz mesleklerle uğraşmak, vb. durumlara dünyanın her yerinde herkes düşebiliyor.

        Tam tersini savunacaklar da var tabii ama benim düşüncem, insanın da oyuncunun da özü sözü bir olmalı...

        Oyuncunun hakkını yemek de özellikle helal değildir tabii ki, büyük günah, kimsenin hakkı yenmesin...

        Diğer Yazılar