Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bertan Dirikolu bugünler de GalataPerform’da sahnelenen İz’de iz bırakmaya devam ediyor. (Ay yazar kelime oyunu yaptı, beğenseniz ölmezsiniz zahar!)

        Oyuncu öyle güzel cevaplar verdi ki ‘hani yani cuk oturttu’ resmen. Dirikolu donanımlı, hazımlı ve çalışkan olduğu kadar beden ve ses malzemesi olarak da sağlam bir sahne adamı! Haliyle çok saygı uyandırıyor ve zaten seviyor, seviliyor. Kendisini İz’de görmeniz şiddetle tavsiye olunur çünkü her zaman ki gibi karakteri hakkıyla taşıyan ve seyirciye doğru düzgün, kararında ve ayarında sunan nefis bir oyuncu… (Ay bir de nasıl cevaplar, nasıl laflar, nasıl dolu ve derin manalar… Her cümle bin ton ağırlığında ve vallahi arşivlik bir söyleşi!)

        * Çağın en son hastalıklarından biri de performans ölçümü ve değerlendirmesine göre çalışanları ücretlendirmek. Hal böyleyken oyuncunun performansı nasıl ölçülür? Ölçülsün mü?

        Oyuncunun oyun içinde gösterdiği performansını diğer etmenlerden bağımsız bir biçimde ölçemezsiniz. Böyle bir ücretlendirme bence motivasyon kırıcı ve ego okşayıcı olur. Özel ve diğer ödeneksiz tiyatrolar belli bir kumpanya ruhuna, bir ekip ruhuna sahip olmalılardır. Dolayısıyla çok önemli bir rol oynayıp, performansıyla dağları taşları da aşağı indirse de oyuncu oyun bütünün bir parçası olduğunu, o bütünün en küçük parçasının da kendisi kadar değerli olduğunu bilir. Gel gelelim bu iş ödenekli ve gişe kaygısını fazla taşımayan tiyatrolarda değişir. Bu tiyatrolarda bence böyle bir değerlendirme ve prim uygulaması olmalıdır. Bir süre sonra düzenli maaşlarına güvenen oyuncular o maaşlarını alma sebeplerini unutup yıllar boyu hiç bir oyunda oynamazken, kurumlara yeni girmiş oyuncular sezon içinde nerdeyse 4 oyunda oynayıp enerjilerini tüketirler ve on yıl sonra onlarda kaçmanın bir yolunu ararlar. Bu sorunun ortadan kalkması için performansa göre ücretlendirme ve prim sistemi, zincirin halkalarından biri olabilir… Mesela keşke yıl içinde oynamayan oyuncuların maaşları yıl sonunda bölüştürülüp oynayanlara dağıtılsa… (Acımasızca mı oldu birazJ)

        * Gösteri çağının bireyleri olarak herkes artist kesildi. Siz ne yapıyorsunuz, oyuncu kendini nasıl ve ne kadar göstermeli?

        Ben bu konuda en kötü örneğim herhalde… Düşünün okulun birinci senesinin yazında, sonradan o sene sınava girip alt sınıfım olacak bir arkadaşım benim orada çalışan sıva işçisi olduğumu zannetmiş. (Çünkü oyuncu dediğin önce oyuncu gibi bakar, oyuncu gibi konuşur, oyuncu gibi sever!) Geçen sene çekimleri yurtdışında yapılan bir sinema filmini bitirip Türkiye ye döndüm ve gitmeden bir hafta öncesine kadar çalıştığım kafede çalışmaya devam ettim ve buna büyük bir tevazu olarak bakıldı. (Çünkü bizim ülkemizde büyük oyuncu işsiz kaldı mı evde yatar, evet sadece yatar, geçen seneki işsizlik döneminde bitiremediği kitabı alır eline ve yine bitiremez tabii. Oyuncu seçmelerine pek tenezzül etmez, kafede çalışmak ne kelime bazıları dolmuşa minibüse binmez!) Geçen ay oynadığım bir dizinin setinde, setin çaycısı beni yardımcı oyuncuların çay içtiği başka bir çay ocağına yönlendirdi. Ben ses etmezken arkamdaki reji asistanı “ana cast o, ana cast” diye yırtınıyordu. (Çünkü dizi setlerinde büyük oyuncu genelde çayını kendisi almaz yanına ister... Biri, hem çayı gelip kendi alıyor hem çok heybetli durmuyor hem de çaycı tarafından pek tanınmıyorsa onun bir boy ölçüsünü almak şarttır.) Benim daha okul yıllarında öğrendiğim yegane bilgi şudur: Bir oyuncu sokakta ne kadar kendi olur ne kadar samimi olursa, sahnede o kadar sahici, o kadar sürprizli olur.

        * Bedeni keşfetmenin, ses nefes tekniklerinin sınırları nelerdir? Aradıkça bulur mu insan, sonu var mıdır? Neden sadece oyuncular için değil herkes için bu tarz atölye ve kurslar moda oldu?

        Bence oyunculuğun en güzel ayırıcı özelliği ‘olmak’ kavramına yaklaşıldıkça ondan korkup kaçılmasıdır… Yani klişe tabirle ‘oldum’ dediğin an bittiğin andır! Dolayısıyla öğrenmenin sınırı olmadığına göre bu keşfin sınırları da çok görünür değildir… Oluşturulan bir tekniğin sonuna ulaşılabilir tabii ki ama dediğin gibi aradıkça bulur insan ve bulduğun şey yeni bir araştırma sürecinin başlangıcı olur. Çoğumuz yaşadığımız hayatın keşfi için bile kendimizi yormazken bedenimizi keşfetmenin sonunu getiremeyiz bence… Bir de tiyatronun insanın doğuşuyla başlayan ve milattan önceki birkaç yüzyılda estetize edilen bir geçmişi var. Kim bilir o dönemlerde nasıl ses ve nefes tekniklerinden yararlanılıyordu! Bu tarz atölyelerin bu kadar ünlenmesinin ticari tarafını bir yana bırakıyorum, bizim yaptığımız işin merkezinde duran şey empati, enerji ve samimiyet. E bunlar insanların modern dünya düzeninde eksikliklerini duydukları kişisel gelişim argümanlarıyla örtüşüyor. Sadece nefes egzersizleri üzerinden bile gitsek bizim eğitimlerimizin en başında gelen nefesini kontrol edebilme ve doğru kullanabilme yetisi şu anda danışmanlar tarafından insanlara öğütleniyor.

        * Oyuncu şöhretli olunca mı değerlidir? Ömür boyu ünlenmeden işini yapan oyuncu yeterince oynamıyor olabilir mi? (Ay bir de suçlu çıkartılırlar böyle! Vicdansızlık çok prim yapıyor, ben de acımam…)

        Oyuncu şöhretli olunca, görünür olur sadece. Ama görünür olmanın sadece televizyonlardan geçtiği, kimsenin oyuncuyu görmeyi değil, gözünün içine içine sokulmasını beklediği canım ülkemde çokta matah bir şey olmadığını anlayabiliriz. Herhangi bir oyuncuya sorun bu işi niye yapıyorsun diye, tüm cevapların altında yatan şey şu cevaba benzeyecektir: Kendimi bu şekilde ifade etmeyi çok seviyorum. Dünya üzerinde kişinin ilk olarak kendi mutluluğu için yaptığı çok az meslekten biridir oyunculuk… Şöhret ve ün nerden gelirse gelsin oyuncu kendi denizinde yüzmekle meşguldür, o yüzden yeterince oynayıp oynamadığına kendi gelişimine bakarak karar verir ne kadar şöhretli olduğuna değil.

        * Bu işe yeni başlayanlara ‘aman yol yakınken vazgeç’ mi dersin, ‘bu aşktan vazgeçilmez ki’ mi dersin? Erkek oyuncuya kız verilsin mi, kadın oyuncu gelin alınsın mı? Ne yapsın halkımız?

        Aynı soruyu beş yaşındaki oğlum için soruyorum kendime! Yapılabilecek en keyifli işlerden biri oyunculuk. Aşk falan olduğunu düşünmüyorum, aşk olsa bile aşkın kendisi zaten hastalıklı bir şey olduğu için kolaylıkla vazgeçilebilir. Bence özgürleştirici doğasından dolayı herkes seviyor, bir yerinden yakalamak istiyor ama iş meslek edinmeye gelince tabi şartlar biraz değişiyor, zorlaşıyor. O noktada egolarından sıyrılıp bu işin fiziksel olarak çok zamanını almadığını, çalışma sürecinin tüm insani unsurlara destek olduğunun ve zaten para denen şeyin gerçekten mutluluğa çok göreceli olarak sebebiyet verdiğinin farkında olunması gerekiyor… Analar babalar salın çocuğunuz bir oyuncuyla evlensin! Hele doktor falansa hiç düşünmeyin, oyuncu aileleri özellikle bir diş hekiminin, bir plastik cerrahın, bir psikiyatrın büyük eksikliğini yaşıyor.

        * Beden odaklı sanatlar çoğaldıkça oyuncunun oynama özgürlüğü genişliyor mu daralıyor mu? Oyunculuğun tanımı mı değişiyor yoksa?

        Bence ifade biçimine yapılmış tüm katkılar oyuncunun alanını genişletir. Çünkü oyuncu bedeni de, oyun metni de, oyunun dekoru kostümü de bütünleşmiş sanatsal bir ifade biçimine hizmet eder! Oyuncu kendine yardımcı olacak tüm etmenleri değerlendirir ve beden odaklı sanatlar oyuncuyu bedeni üzerinde farkındalık üretecek bir noktaya taşır. Beden ve sesle ilgili olan ne tür bir çaba çalışma varsa bu oyunculuğun en ilkel tanımına hizmet eder zaten; bizim iki enstrümanımız var; biri ses biri beden!

        * Kariyerinde dönüm noktası olduğunu düşündüğün rolün hangisidir? Canlandırdığın karakterler arasında bir gezi yapsan kimde kalmak istersin ya da hiç uğramayacakların var mı?

        Kariyerimin dönüm noktası diyebileceğim kadar etkileyecek bir rol oynadığımı düşünmüyorum henüz! Zaten o dönüm noktası da çat diye gelmez, bence kariyerini küçük taşlarla örersin ve tamamıyla şans ve sabırla doğru orantılı olarak karşına çıkan bir şey seni görünür kılar. Bütün rollerimin üzerinde tekrar ele alınıp düşünülecek noktalar var. Hiçbiri ilk oyun gecesi tamamlanmamıştı fakat yine şu an çalıştığım tiyatro olan Galataperform’da çalıştığımız bir oyunda oynadığım DOA (derdi olan adam) karakteriyle vakit geçirmek isterim… Sinema da ise Kertenkele adlı bir filmde dilsiz bir Ermeni’yi oynamıştım, herhalde onu biraz daha dinlemek isterim.

        * Özel ve küçük sahnelerin çoğalması tiyatronun özgürleşmesi olduğu kadar daralması ve arka sokaklara itilmesi anlamına gelmiyor mu? Ne oluyor?

        Özgürleşebilmek adına biraz kendi içimize kapandığımızı söyleyebilirim evet. Ama bu tiyatroların aynı zamanda bölünerek çoğalması sayılabilir çünkü aynı tiyatro dünyası içindeyiz ve beş olsa da bin olsa da tiyatro sayısı aynı seyirci grubuna hizmet veriliyor. Seyirci için çeşitlilik sağladığı gibi oyuncu içinde kocaman tiyatroların içinde kaybolmaktansa iyi roller alabileceği ve kendisini gösterebileceği bir alan da sağlıyor. Ben bu süreci biraz ortaçağ Avrupası’nda kilise baskısıyla halkın arasına dağılıp yepyeni bir anlayışla doğan günümüz komedisini de şekillendiren Comedie Frances’in, Commedia Dellarte’nin, İspanyol halk tiyatrosunun ortaya çıkış sürecine benzetiyorum. Tabi orada süre biraz uzun olmuş, aman o kadar beklemeyelimJ . (Ay bu kadar uzun ve zor espri görmedim.)

        * Küçük sahneler oyuncuların daha fazla sömürülmesi değil mi? Çaresiz kalan oyuncu bıraksın mı bu işleri, dirense kazanır mı? (Para kazanamayacağı kesin olduğuna göre ne kazanır, ne kaybeder?)

        Bence değil. Çünkü sahne küçük ya da büyük fark etmeden oyuncunun antrenman alanını oluşturur. Sahneye çıkmazsan istediğin kadar evinde otur çalış, körelirsin, soğursun motivasyonunu kaybedersin. Eğer ödenekli tiyatrolarda kadrolu değilsen çok nadiren önemli roller sana verilir ve sen bu rollerin genelde nasıl verildiğini gördüğünde zaten orada durmak istemezsin. Oysa küçük sahneler sana kendini görüp denemeler yapabileceğin seyirciyle karşılaşıp kendini daha fazla motive edebileceğin roller hatta yepyeni metinlersunar. Sonra doğru bağlantılar kurup yurtdışı turnelerine çıkabilir küçük tiyatrolar… Ben kurum tiyatrosuyla şehir dışı turnesine zor çıkarken şu anda içinde bulunduğum Galata Perform’la geçen sene Almanya’nın tam üç şehrini gezdim. Para kazanma meselesine gelince iyi oyun bence kendini satar. Seyirci kapasitesi düşükse bile yine oyun para kazanır, az kazanır ama kazanır. Bana bir tiyatronun biz bu akşam yirmi kişiye oynadık, para kazandık ama oyunculara veremiyoruz demesi pek ahlaklı gelmiyor ne kazanıldıysa önce oyuncunun emeğinin bedeli verilir sonra tiyatro başının çaresine bakar. Yani oyuncu az para kazanır belki ama ölene kadar bu mesleği yapacağı umudunu vücudunun her bir yerine çentik atar.

        * İz’deki rolünü tanımlar mısın?

        Ahmet… Ahmet oyunun sözcüsü gibi! Büyük cümleleri kendi kaçtığı saklandığı küçük dünyasında hep Ahmet’e söyletmiş yazarımız Ahmet Sami. Ahmet bir dev yol üyesi ve 12 eylül sonrasında silinen tüm devrim hayallerinden sonra elinden kalan yaşam kırıntılarıyla hayata tutunmaya çalışan bir kız babası. Saklanıyor, soğan ekmek yiyor umudunu devrimi de, geleceği de, hayallerini de kapsayan yaşama isteğine bağlamış kaçıyor çünkü yakalandığında öleceğini biliyor.

        Diğer Yazılar