Güvercinin ölümü - yıl 8
Yarın 2008 yılından beri hep yapıldığı gibi binlerce kişi saat 15’te Agos Gazetesi’nin önünde buluşacak. Bir kısmı Taksim’den, diğerleri kentin belki de ülkenin başka köşelerinden gelmiş olacaklar. Ahlaken çok cılızlaşmış bu toplumda, kalabalık ne kadar görkemliyse bir yerlerden tutularak işlerin rayına sokulabileceğine dair inanç o nebze güçlenebilecek. Agos Gazetesi’nin kurucusu Hrant Dink 19 Ocak 2007 günü gelmesini beklediği bir cinayete kurban gitti. Ölümünden dokuz gün önce yayınlanan yazısının başlığı “Ruh halimin güvercin tedirginliği” başlığını taşıyordu. Dink bir yazısındaki ifadesinin bilerek, isteyerek kalleşçe çarpıtılması sonucu, bilirkişi ve başsavcının karşıt değerlendirmelerine rağmen Yargıtay Genel Kurulu’nun kararıyla Türklüğe hakaretten mahkûm edildi.
Bu yargı kararı nefreti bir yaşam enerjisi haline getirmiş kesimlerin saldırılarına maruz kaldı. Tehdit edildi. Yargılaması sırasında Ergenekon davasının en namlı ve suçlulukları konusunda en azından vicdanen pek tereddüt bulunmayan ekibi duruşmalara gelerek kendisini bekleyen akıbetin mesajını vermişlerdi. Devlet ona koruma vermemekle kalmadı, İstanbul Valiliği’nde tehdit de edildi.
Hrant Dink namuslu ve cesur bir adamdı. Dürüsttü. Bu toplumun insanıydı. Söylediğini yekten ve kıvırtmadan söyler Ermenilerle Türklerin birbirlerini anlamaları, aralarındaki davayı bitirmeleri için var gücüyle çalışırdı. Bu çabaları nedeniyle Türkiye’den de Ermenistan ve Ermeni diasporasından da çok tepki almıştı. Bunun için gerekli cesareti besleyen, üzerine haksız yere yapıştırılan iğrenç suçlamaya rağmen topluma kendisini anlatabileceğine onu ikna eden “tek silahı samimiyetiydi”.
Şöyle yazmıştı “güvercin tedirginliği” yazısında: “İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar? Bilir misiniz?” Gitmeyeceğim demişti başta. Ama böyle bir kararın lekesini taşıyarak bu ülkede yaşayamayacağını da söylemişti. Şunları yazmıştı: “Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915’teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ıstırabı... Gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse. Ürkek ve özgür. Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız.”
Her şeye rağmen, belki de karanlıkta ıslık çalarcasına içinde yaşadığı topluma güvenmeyi tercih etti. Sabiha Gökçen’in Ermeni yetimi olduğu haberini gazetesine koymasına devletin ne tepki vereceğini gördü ama inanmak istemedi. Şunu yazdı gelen felaketi engelleyebilir diye: “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”
Olmadı. Toplum onun bildiği toplum değildi. Nefret, ruhları kemirmişti. Devlet kararını vermişti. Onun cesareti, dürüstlüğü, herkese dokunmayı istemesi, buralı olduğunu haykırması tersine aleyhine olmuştu. Susup oturmayı bilmemişti çünkü. Sonunda vuruldu. Jandarması, emniyeti, mülki makamları hepsi bir olup öldürdüler. Ülkenin namusunu cenazede sel gibi akan yüz binler kurtardı.
Yedi yıldır akılla, haysiyetle, hukukla, vicdanla alay ederek süren davada şimdi hareket var. Suç ortaklarından biri belli ki diğerince kurtlara atılacak. Ne gerekçeyle olursa olsun, Ümit Kıvanç’ın yazdığı gibi, “Hepsinin layık oldukları cezaya bir an önce kavuşması dileğiyle.”