Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        AvrupaParlamentosu kararı, kızgınlıkla karışık bir kayıtsızlıkla karşılandı. Olayın Türkiye hakkında nasıl bir mesaj verdiği ve vahameti tam algılanmadı, umursanmadı. Kürt meselesinin barışçı çözümüne bir ömür adamış Ahmet Türk’ün tutuklanması da halkın umurunda değil, Türkiye’nin demokratik standartlar ve hukukun üstünlüğü konularında geriye gitmesi de... Bu gidişatın Türkiye’nin bekası açısından ne anlama gelebileceği hakkında toplum, fikir oluşturmasını sağlayacak verilerden yoksun. Fırat Kalkanı başladığından beri Suriye politikasına verilen destek yükselirken de; harekâtın çıkış stratejisi, siyasi hedefi, güç dengesi konularında benzer bir durumdan bahsetmek mümkün.

        Geçmişte Türkiye’nin adaylığına ve müzakerelerin başlamasına coşkuyla arka çıkan siyasi akımlar dün, Avrupa Parlamentosu’nun yaralayıcı kararına destek verdi. AB Bakanı Ömer Çelik’in dediği gibi, kararın bir hukuki ağırlığının olmadığı doğru. AB ile ilişkilerde varılan bu trajik noktaya gelinmesinde sorumluluğun yalnızca Türkiye’ye ait olduğunu da söyleyemeyiz. 2005 yılında Hollanda ve Fransa’da yeni AB Anayasası hakkındaki referandumlarda “Hayır” oyu çıkmasıyla iş rayından çıkmaya başlamıştı bile. Fransa Cumhurbaşkanı François Sarkozy’nin küstah çıkışları, Alman Şansölyesi Angela Merkel’in isteksizliği işi yokuşa o zamandan sürmüştü.

        Ne var ki Türkiye’de de hükümet özellikle 2010 referandumunda AB’nin desteğini arkasına aldıktan sonra üyelik için gerekli adımları atmaktan kaçınmış, giderek de Kopenhag kriterlerinden uzaklaşarak klasik Ankara kriterlerine yaklaşmıştı. Taraflar komadaki ilişkileri, hastayı öldürmek ikisinin de işine gelmediği için soluk alıp verir halde tutmaya çalışıyorlardı.

        Türkiye dosyasını 2005’ten itibaren müthiş bir beceriksizlik, stratejik öngörüsüzlük ve küçük hesapçılıkla yürüten AB, araya giren Arap isyanlarının Türkiye’nin aklını başından almasının akabinde Ankara üzerindeki etkisini tedricen yitirdi. Kıbrıs’a rehin olarak bırakıldıkları için temel hak ve özgürlükler ile hukukun üstünlüğü ve yargıyla alakalı fasıllar açılamadı. Bu, Türkiye’nin giderek AB normlarından uzaklaşmasına Brüksel’in seyirci kalmasının da önünü açtı. Darbe teşebbüsü sonrasındaki basiretsizlik ise zaten farklı ufuklara yelken açmak isteyen Ankara’ya beklediği fırsatı verdi.

        Bu noktadan sonra gerçekçi olarak bir üyelik perspektifinden bahsetmek mümkün değil. Şimdi AB ile bağlarını tümden koparmış bir Türkiye’nin ne tür sıkıntılara maruz kalacağını iyice idrak etmek gerekir. Benzer şekilde AB’nin de Türkiye ile bir kopuşun maliyeti üzerinde etraflıca düşünmesi gerekecektir.

        Sinan Ülgen’in “Türkiye AB’den yumuşak bir ayrılığa ihtiyaç duyuyor” başlıklı cesur ve önemli yazısı, varılan kavşaktan sonrası için makul bir yol haritasının ilkelerini saptıyor. Ülgen’e göre, “AB ve Türkiye, Trump’ın başkanlığı nedeniyle gelişecek siyasi ve güvenlik sorunlarına birlikte çözüm üretme çabasına bir an önce başlamak zorunda. Türkiye ile diplomatik ilişkileri keserek, Avrupa kendi siyasi gündemine de zarar vermiş olacaktır”.

        Üyeliğin gerçekçi bir hedef olmadığından yola çıkan, ilişkileri geliştirmeyi hedefleyen çabalar, “ilişkiyi mülteci meselesi, ekonomik entegrasyon, terörizmle mücadele ve enerji gibi ortak çıkarlar etrafında yeniden tanımlamanın fırsatı olarak görülmelidir”.

        AB’nin zayıflığı, Avrupalılar tarafından da kabullenilen bir gerçektir. Ne var ki orada bir yeniden yapılanmanın imkânı da vardır ve Türkiye bunun bir parçası olmalıdır. Şanghay’a doğru çıkılacak yolda toplumun heves ettiklerinden hemen hiçbiri olmadığı gibi Türkiye açısından güvenlik, istikrar ve refah da bulunamayacaktır.

        Diğer Yazılar