Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ABD, Soğuk Savaş bittiğinde tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir güce sahipti. Bu gücü kısa vadede zorlayacak bir rakibi yoktu. Dünyayı kendi imgesine göre şekillendirmek için de küreselleşme yoluyla büyük bir fırsat yakalamıştı. 21. yüzyılın hemen başında iki meydan okumayla karşılaştı. Bunlardan siyasi/stratejik olanı 11 Eylül saldırılarıydı. İkincisi ise teknoloji şirketlerinin çökmesiyle başlayan ekonomik/finansal krizler dizisiydi.

        Küreselleşmenin iki sonucu Amerikan hegemonyasını ve iç düzenini de zorlayacaktı. ABD başta olmak üzere gelişmiş ülke ekonomilerinin dünya ekonomisindeki payı düşüyor. Bunun bir nedeni demografik. 1950 yılında gelişmiş ülke nüfusları, dünya toplamının yüzde 27’siyken 2015’te yüzde 15’e düşmüş. Daha da düşecek. 2025’te Hindistan dünyanın en kalabalık ülkesi olurken, Afrika nüfusu da tüm gelişmişlerinkinden yüksek bir rakama erişecek.

        Ekonomik büyümedeki değişen payların ikinci nedeni, yükselen ülkelerin sanayileşmesi. Satın alma paritesiyle ölçüldüğünde gelişmişlerin ekonomideki payı 1990’da yüzde 64 iken bu rakam 2022’de yüzde 39’a düşecek. 1990 yılında Çin ekonomisi toplamın yüzde 4’ü iken 2022’de yüzde 21’e çıkacak. Hindistan ise yüzde 4’ten 10’a tırmanacak.

        Ülkeler arasındaki gelir farkları düşerken, gelişmiş ülkelerde, özellikle de ABD’de ülke içindeki ya da sınıflar arasındaki gelir farkı açıldıkça açıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1980’lerin başına kadar geliri ortalama net yüzde 2 civarında yükselen ve geniş bir orta sınıf oluşturan çalışan kesim, o dönemden itibaren sille yemeye başlamış. Nihayet bugün varılan noktada ise yükselen gelirden aslan payını nüfusun 10 binde 1’inin aldığı noktaya gelindi.

        Bu durumda da Amerikan siyasi sistemi ürettiği bu feci eşitsizlik nedeniyle popülist bir başkaldırıyla karşılaştı. Ekonomik krizlerin ve küreselleşmenin bedelini çalışan kesimlere, düşen gelir, iş güvensizliği ve artan eşitsizlik olarak ödetmenin sonucu paradoksal bir şekilde bu konularda müthiş duyarsız, ancak yerleşik sistemi de sarsmaya niyetli Trump’ın iktidara gelmesiydi.

        AVRASYA’NIN KONTROLÜ

        Varılan bu noktada ABD, küresel kapitalizmin işlemesinin sorumluluğunu almak istemiyor. Bu nedenle, İlhan Uzgel’in GazeteDuvar’da hatırlattığı gibi, Amerikan hegemonyasının meşruiyetini sağlayan işlevlerinden kurtulmak istiyor. Henüz hiçbir yükselen güç bu sorumlulukları yüklenecek durumda olmadığı için de kapitalizmin halihazırdaki, gelir dağılımı, teknolojik patlama ve sınıfsal mücadeleyle yakından bağlantılı krizini aşmak da zorlaşıyor. Sonuç, ekonomik sistemin rahat ve akışkan şekilde işlemesini sağlayacak kurumların ve kuralların sarsılması, ülkeler arasında ticaret savaşlarına yol açabilecek korumacı eğilimlerin güçlenmesi.

        Trump başkanlığındaki ABD’nin küresel ekonominin düzgün işlemesi sorumluluğunu almak istememesi, gelecek yazıda detaylandıracağım stratejik geri çekilmesiyle birleşince ortaya derin bir boşluk da çıkmış oluyor. Avrupa, giderek güvenilmez ve öngörülemez hale gelen ABD’dense Doğu’ya yani Çin ve Asya’ya bakıyor. Çin de henüz ekonomik liderliği taşımaya hazır değilse bile ABD’nin bıraktığı boşluktan yararlanarak bir Avrasya ekonomisi yaratmanın peşine düşüyor. Halen orta yerdeki en iddialı proje olan “tek yol, tek kuşak” ile hem kendi çevresine ulaşmanın hem de Avrupa’yla ekonomik bütünleşmenin ağlarını örmeye başlıyor.

        Zamanında Zbigniew Brzezinski’nin yazdığı gibi, “Avrasya’yı kontrol eden güç, dünyanın en iktisadi açıdan en üretken üç bölgesinden ikisi, yani Avrupa ve Doğu Asya üzerinde belirleyici bir etki sahibi olacaktır”. Bugüne dek tüm Amerikan yönetimlerinin önlemeye çalıştığı bir gelişmeyi, yani Avrasya alanına tek kara gücünün hâkim olmasını Trump izlediği politikalarla gerçekleşebilir bir hale getiriyor.

        Diğer Yazılar