10 yıl sonra tezkere (2)
1 Mart tezkeresinin hesabı zihinlerde hala kapanmış değil. Türkiye o oylamadaki sonuç sayesinde hayli stratejik rant toplamasına, ileriki yıllarda o oylama sonucunun yarattığı imajdan yararlanmasına rağmen sonuçtan memnun olmayanlar çok. Bu memnuniyetsizliğin en önemli nedeni tezkereyle Kuzey Irak'a asker gönderebilecekken, bu imkanın elden kaçırılmasıydı.
Başbakan Erdoğan'ın dahi bu noktaya takıldığı anlaşılıyor. Erdoğan tezkere oylaması öncesi grup kararı aldıramamış, ancak milletvekillerine ‘hayır' derseniz maaş bile alamazsınız mealinde bir çıkış yapmıştı. Daha sonraları reddedilen tezkereyi tekrar oylamaya sunamasa da yıllar içinde pek çok kez o günkü sonucun yanlış olduğunu savunmuştu.
Başbakan'ın, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile kurulan sıcak ilişkilere, ekonomik entegrasyona giden kaynaşmaya, enerji konusunda yapılan işbirliğine rağmen fikrini değiştirmediği anlaşılıyor. Viyana'dan dönerken yanındaki gazetecilere şunları söylemiş: "Eğer 1 Mart tezkeresi Meclis'imizden geçmiş olsaydı şu anda Kuzey Irak'ta olurduk ve Kuzey Irak'ta verilen kararlara Türkiye olarak ortak olurduk. Tabii geçmeyince bizim dışımızda Irak'a geçenlerin hepsi verilen kararlara ortak oldular."
Bu sözlerden Başbakan'ın Irak'ta bugünkü statüden memnun olmadığı sonucu çıkar. Ancak bu durumda da Türkiye'nin hangi konuda rahatsızlık duyduğunu anlamak zorlaşıyor. Türkiye Kuzey Irak'a 2003 yılında asker sokmuş olsaydı PKK'yı imha edebilecek miydi? Oradaki askeri varlığına tahammül etmeyecek Irak Kürtlerinin silahlı gücü peşmergeyle savaşmak daha mı akıllıca olacaktı?
Bugünkü durum Türkiye'nin bölgesel vizyonu açısından daha uygun değil miydi? Zira Kuzey Irak'ta, adını tam koyalım, işgalci olmak bugünkü iktidarın terk etmekle övündüğü geçmiş paradigmanın tercih edeceği bir siyasetti.
Artık varılan noktada Türkiye ile Irak Kürtleri arasındaki ilişki son derece yakın. İşbirliği ileri derecede. KBY ile Türkiye arasındaki sınırlar ekonomik anlamda fiilen siliniyor. Bu ilişkilerin aynı yoğunlukta sürmesi, ileride siyasi açıdan da dramatik gelişmeleri gündeme getirebilir.
Her şeyin ötesinde, kendisine sunulan milyarlarca doları elinin tersiyle iterek ABD ile işbirliğini reddeden Türkiye imajı daha sonraki dış politika açılımlarının temelini oluşturdu. Bölgeye ABD gözlükleriyle değil bölge içinden bakan Türkiye'nin ‘sıfır sorun' ilkesini hayata geçirmesi, halklar indinde güvenilir ve popüler hale gelmesi bu sayedeydi.
Üstelik tezkerenin reddinin yarattığı gerginliğe, Süleymaniye'deki çuval olayının simgelediği düşmanca tavra rağmen ABD tepkisini belli sınırlar içinde tuttu. Bush'un 2004'teki İstanbul konuşmasının gösterdiği gibi ABD stratejisi içinde, Washington ne denli öfkelendirirse öfkelensin, Türkiye'yi kenara atabilecek durumda değildi.
Tarihsel olgulara baktığımızdaysa Başbakan'ın iddiasının tersine Irak'a girenler her şeyi elde edemediler. ABD her şeyi elde etmek bir yana on yıl önce tasavvur bile edilemeyecek kayıplara uğradı.
Son olarak bir noktanın daha altını, kalın çizgilerle, çizmek gerekir. 1 Mart tezkeresi geçmiş olsaydı Türk Silahlı Kuvvetleri Irak'ta olacak ve muhtemelen çatışmaya girecekti. Siyasal ağırlığı azalmayacak belki de artacaktı. ABD tezkerenin faturasını Silahlı Kuvvetler'e çıkarınca gelişmeler tam tersi yönde oldu. O güne dek Pentagon'un ve Amerikan devletini koşulsuz arkasına alan TSK bu desteği yitirdi.
Türkiye'de sistemin askersizleştirilmesi gerçekleşebildiyse, iktidar partisi muktedir olabildiyse, sivil hakimiyet kurumsallaştıysa bunda toplumdaki sivilleşme şevki ve AB süreci kadar TSK'nın ABD desteğinden mahrum kalmasının da payı vardır.
1 Mart'ın Türk siyaseti açısından en önemli sonucu belki budur.