Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GEÇTİĞİMİZ hafta içi Etiler’deki The Galliard’a arkadaşımın doğum günü için uğradım. Yemeklerin tadına bakmak için erken gittim. Burası yaklaşık bir yıldır servis veriyor, önünden her zaman geçerim ama ne olduysa bir türlü denemeye fırsat bulamamıştım. Halbuki İstanbul’da fine dining restoranların sayısı yok denecek kadar az. Galliard dışarıdan bakınca tam bir kapalı kutu, içeride sizi nasıl bir ortamın karşılayacağınızı kestirmeniz mümkün değil. İçeriye adım atar atmaz, şahane bir bar karşıma çıktı. İstanbul’daki tüm mekânlar açık alanlarını masalarla doldururken, burada kocaman bir bar var. Uzunca bir süredir kışın unuttuğumuz bar atmosferini burada sonuna kadar yaşamak mümkün. Yemeğe gelmesem tüm geceyi barda geçirirdim. Bar katında bir ayaklı piyano, duvarlar orijinal sanat eserleriyle dolu, çok şık bir yer. Böylesi şık bir ambiyansla karşılaşacağımı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Alt kat öylesine iyi hissettirdi ki beni, abartmıyorum işten güçten fırsat buldukça buraya kaçarım. Barı ne kadar güzel yapmışlar derken, masamın hazır olduğu söylenince üst kata çıktık. Burada ise bambaşka bir atmosferle karşılaştım. Yemek salonunu görünce “Galliard gerçek anlamda bir fine dining” dedim. Sadece 50 kişilik oturma kapasitesi var. Yemek yerken insanlarla dip dibe değilsin, rahat rahat yiyorsun yemeğini. Mutfak ise İtalyan, Fransız ve İspanyol mutfaklarının bir karması. Beni asıl etkileyen şu oldu: Sadece 50 kişilik bir restoran olmasına rağmen mutfakta 22 kişi çalışıyor. Yerimize oturduktan sonra yemek faslına geçildi. Evvela dana ilik geldi. Yanında da mutfakta kendi yaptıkları çeşit çeşit ekmeklerden getirdiler. Normalde ekmek yemem ama hem doğal hem de ev yapımı olunca ister istemez yiyor insan. Özellikle Kars gravyerli olanı çok beğendim.

        RISOTTODA ŞOV YAPIYORLAR

        Âdetimdir eğer bir mekân İtalyan mutfağı sunuyorsa orada mutlaka risotto denerim. Burada da kaz ciğerli risotto aldım. Yavaş yavaş lezzetini alarak yerken masaya kocaman bir parmesan tekeri geldi. Bu ne diye soracakken birden alkolle alevlendirdiler. Hayretle izlemeye başladım tabii. Bu arada parmesan yavaş yavaş erimeye başladı. O sırada mantarlı risotto fesleğen ve trüf yağı ile eriyen parmesanı karıştırarak resmen önümde ikinci bir risotto hazırladılar. Bir yandan eriyen parmesanın kokusu, bir yandan hemen masamda hazırlanan yeni risottonun görüntüsü iştahımı daha da kabarttı. Meğer Galliard’da usul böyleymiş; birçok yemeği önünüzde hazırlıyorlar. Bence çok da iyi yapıyorlar hem görsel olarak tam bir şov, hem de insan imreniyor ve bir an evvel yemek için sabırsızlanıyor. Risotto seremonisinden sonra masaya dana yanak geldi. Tıkır tıkır saatlerce pişmiş belli ki. Lokum gibi tabiri vardır ya aynen öyle. Ağzınızda eriyip gidiyor. Yemek faslından sonra tatlıya geçtik. Tatlı olarak tamamen çikolatadan yapılmış kahve fincanı ve tabağında parfe geldi. Sunumu çok ilginç, lezzet ise harikulade. Bir yandan parfeyi yerken bir yandan da fincandan ısırık alıyorum. Çikolatası iç baymıyor hepsi çok lezzetliydi. Genel anlamda yediğim tüm yemekler başta sunumları olmak üzere çok lezzetliydi. Bu arada mönüye de göz gezdirmeyi ihmal etmedim. Mönüleri çok zengin, fakat özellikle aklımda kalanları söylemek gerekirse Kars’tan özel olarak getirilen kaz, ördek confit, bıldırcın ve kum midyesi tenceresi. Yediğim yemeklerin lezzetinden sonra şu aklımda kalanları da yiyebilmek için mutlaka tekrar geleceğim Galliard’a. Hep söylediğim gibi İstanbul bizim vitrinimiz. Buraya gelen ve daha çok gelsin diye çaba sarf ettiğimiz zengin, vizyon sahibi, yaşam gustosu olan turistin şehirde zaman geçirmesi için iyi yemek yapan şık mekânlara ihtiyacımız var. İşte Galliard da dekorasyonuyla, mönüsüyle ve lezzetleriyle bunlardan bir tanesi. Bu yüzden işletmecisi ve tüm Galliard ekibini tebrik etmek isterim.

        Bırakın herkes işini yapsın

        AŞKIN sınıfı var mıdır bilemiyorum. İnsan âşık olunca neye bakar hiç düşündünüz mü? Hiçbir şeye bakmaz. Ne paraya ne güzelliğe ne de başka bir şeye. Son günlerde bakıyorum Hacı Sabancı ve Özge Ulusoy ile ilgili yazılmayan kalmadı. Daha önce birlikte olup sonra ayrılıp tekrar bir araya gelmelerine herkes şaşırmış durumda. Yok aile istemiyormuş, yok Hacı Sabancı’nın daha yaşı küçükmüş. Hacı Sabancı’nın annesine göre yaşı küçük, normal koşullarda tek başına karar verecek zekâya sahip olduğunu düşünüyorum. Şimdi bu iki kişi birbirlerine âşık olmasa niye tekrar bir araya gelsinler. Ama biz magazinciler her şeyin altında sanki bir şey bulmak zorundaymışız gibi davranıyoruz. Bırakın artık bir şey aramayı, herkes işini yapsın. Âşık olan varsa aşkını yaşasın, seven varsa sevgisini paylaşsın. O kadar derine inmenin kimseye bir faydası yok. Yıllarca sanatçıları yerden yere vuran bir zihniyet vardı. Şimdi onların hiçbiri yok. Bilmem fark ettiniz mi sanatçılar magazinle barıştı. Herkesin yüzü gülüyor. Kameraları görünce kimse kaçacak yer aramıyor. Berrak Tüzünataç gibi snob bir oyuncunun bile gülerek röportaj verdiğini, aynı şeklide Cansu Dere’nin samimi açıklamalarını gördükten sonra kim daha iyi olmalı yarışı yapılmalı magazinciler arasında. Artık bırakın kibri herkes işini güzel yapsın. Hepimiz için yeni yıl bir başlangıç olsun.

        Diğer Yazılar