Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        UZUN bir kış, yağmur çamur, kapalı karanlık havalar, bir yandan da iş güç derken vallahi ne yalan söyleyeyim bunalıyor insan. İç geçiriyor, şöyle deniz kenarı, sakin; güneş usulca batarken rüzgâr hafif hafif yüzüne vuruyor, bu arada şarkıyı mırıldanmaya başlıyorsun; “Kafa nereye biz oraya.” Peki bu kadar daraldığımda ben ne yapıyorum. Hem İstanbul’dayım hem değilim, bir de üstüne nostaljisi, yaşanmışlığı, koy manzarası, Boğaz, al sana Tarabya Oteli. Şehrin içinde olmasına rağmen karmaşadan uzak bir sayfiye havasında. Geçtiğimiz günlerde yine Tarabya’da soluğu aldım, iki günlük kaçışımı gerçekleştireceğim Tarabya Oteli’ne giriş yaptım. Kültür mirası diyebileceğimiz yer Tarabya Oteli. Kolay değil uzun süren yenileme çalışmaları ve 1 milyar TL’yi bulan yatırımın sonucunda hem nostaljiyi hem de şıklığı insana hissettiriyor. “Neredeyse denizin içinde” dedirten kocaman bir lobiden sonra giriş işlemlerim için güler yüzlü personele kimliğimi uzattım, odama çıktım. Otelin müdürü Bora Göymen ve ekibinin gece gündüz demeden çalışmaları daha kapıdan girdiğinizde kendini belli ediyor. Yapılan tüm masraflardan sonra açılan otel, işinin ehli kişilerce yönetiliyor. Bu arada hemen belirteyim, oda fiyatları da 250 ile 500 Euro arasında değişiyor. Kendime yaptığım ufak çantadaki eşyaları yerleştirdikten sonra balkona çıkıp biraz manzaraya baktım

        Karanlığı delen martı sesleri, şehrin ışıkları, arka tarafımda eskiyi koruyan Tarabya sırtları. Uyumadan önce haftanın yorgunluğunu atmak adına SPA’ya indim. Otel zaten çok büyük olduğu için SPA’sı da keza öyle olmuş. Yaklaşık 4.500-5.000 metrekare bir alan. İçine bir hamam yapmışlar görmeniz lazım. Topkapı Sarayı’yla yarışacak cinsten. Envai çeşit masaj, terapi, özel oda var ama ben önce bir masaj, üstüne de Türk hamamı yapıp odama çıkıp yattım. Deliksiz uyudum denir ya, işte aynen öyle bir uykudan sonra gözümü açtım cumartesi sabahına. Elimde kahvem balkonda aldım soluğu. Pırıl pırıl bir hava, martı sesleri, Boğaz’da yunus sürüleri... İnanın “İyi ki gelmişim” dedim o an. Yarım saat balkonda keyif yaptıktan sonra üzerimi değiştirip aşağıya indim.

        READ CAFE’DE KAHVALTI ZAMANI

        Kahvaltı tutkumu artık duymayan kalmadı. Yöresel bizden lezzetlerle, şöyle gözümü doyuran bir kahvaltı sofrasıyla başlamak isterim güne. Hele bir de hafta sonuysa değmeyin keyfime. İşte böyle bir hevesle otelin Read adını verdiği kafesinde soluğu aldım. Birbirinden değişik börek çöreklerinin yanında hem dünya hem de Anadolu’nun çeşit çeşit peynirleri, ekmek çeşitleri ve ilaveten zengin bir şarküteri bölümü yapmışlar. Üşenmemişler Anadolu’yu taşımışlar vallahi. Bunun yanında farklı ülkelerin kahvaltı kültürlerini içeren şarküteri ürünleri de mevcut. Bir de taze sıkılmış çeşit çeşit meyve sularının olduğu bölüm var. Kendime şöyle güzel birkaç tabak hazırlayıp bir de ev yapımı limonatamla otelin verandasında oturmaya karar verdim. Bu arada Read dediğimiz bu kafe sadece otel için değil, otelden ayrı bir girişi de mevcut. Hafta sonu hava da güzel olunca kahvaltı çok kalabalıktı. Burası da çoktan keşfedilmiş. Fakat masa aralıkları geniş olunca kimsenin kimseye bir rahatsızlığı olmuyor, doku bozulmuyor. En önemlisi o ambiyans bozulmasın diye insanlar harala gürele değil sakin sakin yapıyorlar kahvaltılarını. Bu arada dikkatimi çekti kimi gazete okurken kiminin de elinde kitaplar... Nedir ne değildir derken Read Cafe’nin yüzlerce kitaptan oluşan kütüphanesini fark ettim. Kahvaltı sonrası kahvemi içerken ben de buradan bir kitap alıp biraz keyif yaptım. Hem lezzetiyle hem de görsel olarak keyif veren bu kahvaltıdan sonra yürümek için otelden ayrıldım. Sarıyer tarafına doğru yürüdüm. Otele dönüp üstümü değiştirip bu sefer öğlen bir şeyler atıştırmak adına tekrar Read’e indim. Şimdi bu kafe sadece kahvaltı yeri değil, aynı zamanda çorbadan et tavuk çeşitlerine, hamur işi ve böreklere kadar farklı mutfakların örneklerini sunan bir restoran. Böyle bir yerin dışarıya direkt açılan bir kapısının olması büyük şans. Kafenin müdürü Orkun Tunçköylü, sanki kendi mekânı gibi her şeyle ilgileniyor. Misafirlerle bire bir diyalog içinde, hiçbir şeyi atlamıyor. Tebrik etmek lazım kendisini. Zira benim diyen mekâncıdan daha profesyonelce işinin başından bir dakika ayrılmıyor. Read Cafe’nin keyifli bir sosyalleşme ve lezzet noktası olduğunu düşünüyorum.

        BALIĞIN EN LEZZETLİ LİMANI

        AKŞAMA doğru “Boğaz’da olup balık yememek olur mu” diyerek Limani Balık Restaurant’a indim. Burası da aynı Read Cafe gibi otelin dışına açılan kapısıyla otel misafirinden ziyade İstanbulluyu hedefleyen bir mekân. Denizin kenarında bir masaya oturdum. Koyun ve o ufak limanın içinde gibisiniz. Zaten mekânın adı da Rumca liman anlamına gelen Limani’den geliyor. Rum ve Ermeni mezelerinden Türk mezelerine, Ege otlarından çeşitli deniz ürünlerine zengin bir mönü hazırlamışlar. Önden ısırgan otu salatası, midye dolma, torik lakerda, çiroz, levrek marine ve mevsimidir diyerek zeytinyağlı enginar aldım. Hepsinden tadarak başladım manzaranın ambiyansın keyfini çıkarmaya. Daha sonra sıcak mezelerle devam ettim, ızgara kalamar, şarap soslu ahtapot ve fenerbalığı kavurma aldım. Balığa geçmeden Limani’nin çok anlatılan safranlı balık çorbasından da tatmayı ihmal etmedim. Balık olarak ise kalkan aldım. Finali ise ceviz dolgulu incir tatlısı ile yaptım. Limani sıradan bir otel restoranı olmamak için malzeme ve ürün tedariğine önem göstermiş. Kuzey Ege başta olmak üzere sahil kesimlerinden günlük getiriyorlar deniz ürünlerini. Bu konuda otelin yeme içme müdürü Cihan Alıcı her detayla her ürünün alımıyla bizzat kendisi ilgileniyor. Hal böyle olunca lezzet peşi sıra geliyor zaten. Sunumlarından çatal bıçaklarına otelin ve semtin dokusuna uygun şekilde her şey çok şık. Servis konusunda ise çok profesyonel ve başarılılar. İstanbul’da çok başarılı balıkçılar var fakat burada aldığım her lokmada, içtiğim her yudumda 1900’lü yıllardan beri burada olan yapıyı düşündüm; kimler geldi kimler geçti, sanatçısından siyasetçisine kadar birçok isim Tarabya Oteli’nde bulundu. Yemek üstüne kahve derken saat 11’i geçmiş. Odaya çıkıp bu keyifli yemeğin üstüne neredeyse sıfır düşünceyle uykuya daldım.

        İNSANIN KENDİNİ DİNLEMESİ GİBİSİ YOK

        Bu iki gün İstanbul’daydım ama bir o kadar da değildim aslında. Kafa dinlemeye bir yerlere gitmek için bile gene bir koşuşturma içine gireceğinizi düşünürseniz Tarabya’yı bir deneyin derim. Hiç olmadı gel sahilinde çay iç, simit ye ama biraz olsun rahatlat kendini, kendine vakit ayır. “Tarabya bana uzak karşıda oturuyorum” dersen o zaman orada sakin huzurlu bir yere git ama bir şekilde rehabilite et kendini. İnsanın kendini dinlemesi gibisi yok, tecrübeyle sabit.

        TARABYA'NIN SİMGESİ KIYI BALIK

        BUGÜN dünyada nereye gidersen git, orada 7 farklı milletin mutfağını bulursun. Herkes her yerde, toplumlar karıştı birbirlerine. Lakin her şehrin dokusunu yansıtan, yüzyıllar içinde şekillenmiş bir mutfağı var. İşte dünyanın başkentlerinden biri dediğimiz İstanbul’da da uğradığın restoranlarla tabiri caizse lezzet yolculuğuna çıkıyorsun. Fakat bana kalırsa İstanbul dedin mi balığın yeri ayrı. Balık ve Boğaz ayrı düşünülemiyor bile.

        SANAT GALERİSİ GİBİ

        Bu şehrin karakterinde bu şehrin geçmişinde deniz ürünü var, balık var, meze var. Bugün sayısını bilmediğimiz kadar balıkçı var; kimi lüks, kimi salaş, kimisi yarım asırlık. İşte şehrin sayısız balıkçılarından bir tanesi var ki Tarabya’da aynı çizgisinde sessiz ama kendinden emin bir şekilde konuklarını ağırlıyor. Tarabya bunun evvelinde de İstanbul’da hep farklı bir yerdi. 200 yıl önce de belli bir çizgisi olup ileri gelenlerin yazlık dinlenme köşklerinin olduğu noktaydı. Kıyı Balık da bu semte yakışır şekilde tam 50 yıldır kendi yerinde hizmet veriyor. İçerisi sanat galerisi kıvamında. Ara Güler’den Faruk Akbaş’a ve Bedri Baykam’a kadar birçok sanatçının fotoğraf ve resimleri duvarlarda asılı. Hatta kimi zaman eserleri duvarda asılı duran sanatçıyı yan masanızda görürseniz şaşırmayın.

        SUNUMLAR ÇOK ŞIK

        O gün hafif Boğaz esintisini hissederek geçtik oturduk ikinci kattaki cam kenarına. Burada yemek aceleye gelmez. O yüzden yavaş yavaş başladık mezelerle. Evvela ortaya Kıyı’nın meşhur karışık salatasından yaptırdık. Lakerda, tarama ve barbun pilaki aldık arkasından. Şimdi bugün her yerde var lakerda tarama. Ama işte burada sanki yüzlerce yıl öncesinden çıkıp gelmiş gibi, aslına uygun şekilde hazırlanarak sofranıza geliyor. Midye dolma aldım ki o da tencereden az önce çıkmış, hâlâ sıcaktı. Bir de tam mevsimi enginar, zeytinyağlı. Ara sıcaktır balıktır biraz beklesin diyerek keyfini çıkarmaya başladım hem mekânın, hem de Tarabya’nın. Sonrasında kalamar, ahtapot ve kalkan geldi ortaya. Lezzet konusunda diyecek bir şeyimiz yok zaten. Fakat dikkatimi çekti, sunumlar ve servisler de çok şık, porselen tabağı gümüş takımı gibi. Kendini bozmadan elli yıldır aynı tariflerle aynı tatla yoluna devam eden bir klasik. Bozulmayan çizgisi ve sanat galerisini kıskandıracak atmosferiyle Kıyı Restaurant her zaman alkışı hak ediyor.

        Diğer Yazılar