Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Feryal Tilmaç, "Trilobis" adlı öyküsü ile 2006 Altkitap Öykü Ödülü'nü, "Aradım Yaz Dediniz" ile 2009 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazandı. "Esneyen Adam" ile yeniden öykü severlerle buluşan Tilmaç, "Boş zamanlarında kitap okuyan kişi iyi okur sınıfında değildir" diyor ve ekliyor: "Okumak eylemi iyi okurun ana hayat damarlarından birini oluşturur" diyor.

        Kitabın genel havası, sanattan uzaklaşmaya, popüler kültüre bir çığlık, bir isyan gibi...

        Hem sanattan hem düşünceden, kısacası insanı insan yapandan uzaklaşmaya itirazım var doğrusu. Popüler kültürün hepten kökünü kazıyalım demiyorum ama hiç alan bırakmamacasına hastalık gibi her yanı kaplamasından da müthiş rahatsızım. İnsanın her şeye ihtiyacı vardır yoksa. Eğlenmeye de, hayatın hafif yanlarına da. Hem popüler olanın da iyisi olur ama mesele öyle bir boyuta geldi ki düpedüz bir yozlaşma halini aldı. Her anlamda estetikten uzak, felsefesi olmayan, sağlam bir düşünsel geri plana yaslanmayan işlere maruz bırakılıyoruz. Her şeyin içini boşaltmaya ant içilmiş ve ancak o zaman rahatlanacakmış gibi bir hava var sanki. Bayağı olan prim yapıyor, inanılır gibi değil! Yazılan şarkılara, yapılan televizyon programlarına, şehri saran beton yığınlarına, insanların birbirlerine davranış biçimlerine, sokağın diline, tabela kirliliğine, nereye isterseniz oraya bakın. Çirkinlik görüyorsunuz, hoyratlık, özensizlik.

        Çığlık'ta geçen bir cümleden alıntıyla sormak istiyorum: Başkalarının hikayelerini okumak mutsuzluğa ilaç olabilir mi?

        Mutsuzluk bir hastalık değildir! Ne de bize dayatmaya çalıştıkları gibi bir hayat başarısızlığı. Asıl sürekli mutlu olanlara şaşarak bakmak gerek, iyiler mi diye! Şaka bir yana ne kastettiğinizi anlıyorum elbette. Olabilir tabii, neden olmasın? Elimizde mutsuzluğu gidermekte etkili genel geçer bir formül yok ne yazık ki. Başkalarının hikayeleri, romanlar, öyküler, filmler bir çeşit boyut değiştirmeyi mümkün kıldığından, mutsuzluğu da seyreltir gibi geliyor bana. Marjlarda bloklanma riski var tabii, öyle kötü hissedersiniz ki o kitabı okuyacak, o filmi görecek haliniz olmaz zaten. Şu da var, hayat her yönüyle deneyimlenerek öğrenilemez. Başkalarının hikayeleri hayatı öğrenmemize yarar. Bir de tabii karşılaştırma yapmamıza. Nihayetinde o kadar da fena değilim ya da benim gibi düşünen, hisseden birileri var duygusu sahiden de iyi gelebilir.

        İyi okur popüler kitaptan uzak mı durur? Ayrıca 'iyi okur' nasıl olur diye sormak istiyorum..

        Aslında burada popüler kitabı da iyi tarif etmek gerek. O bile göreli. Benim popüler kitap dediğime birisi edebiyat diyebilir, onun popüler kitap dediğine de ben çöp diyebilirim örneğin. Fakat ortalama bir tanımla kolay okunan, alımlanan, alttan tutan ve olabildiğince geniş okur kitlelerine ulaşmayı isteyen, ticari hedefleri olan kitaplardır bunlar. 300 sayfa okursunuz tek bir yeni düşünce yoktur içinde! Sanatsal kaygı da taşımazlar. İyi okur elbette uzak durur bu kitaplardan. Az zaman çok kitap! Kötü bir kitaba harcayacağınız zaman iyi bir kitaba vereceğiniz zamandan çalar en basiti. İyi okur nasıl olur ya da kimdir deyince... Boş zamanlarında kitap okuyan kişi değildir öncelikle. Ya da şöyle söylersek okumak eylemi iyi okurun ana hayat damarlarından birini oluşturur. Yemek, içmek daha ileri gidiyorum soluk almak gibi doğal bir şeydir okumak onun için. İyi okur hayatla derdi, meselesi olandır. Varoluşunu anlamaya çalışandır. Düşünsel kaygıları vardır. İyi okurun yolculuğu bir anlam arayışıdır, ömürlük bir çabadır, fazlasını okudukça aslında ne kadar az şey bildiğini fark eder; o dinmeyen eksiklik duygusuyla yürür... Hiç bitmeyen, hep tazelenen, kendini yeniden üreten bir aşktır okuma aşkı... Bu yıl bir yakın okuma atölyesi yürütüyorum, inanılmaz bir enerji açığa çıkıyor, adeta bir kimyasal reaksiyon. Kitaptan kitaba, yazardan yazara atlıyoruz. Katılımcılarımın zaman zaman beni bile hayrete düşürecek kadar harlı bir ilişkileri var kitapla. Mutlu oluyorum, umutlanıyorum. Şahane! İyi okur onlardır işte.

        - Hatay'da el - ayak üzerinde yürüyen aile de girmiş hikayeye...

        Evet, sormayın, sahiden çok üzücü bir vaka hikayesi. İlk kez televizyonda görmüştüm onları, o kadar etkilendim ki günlerce atamadım aklımdan, birkaç yıl sonra yine su yüzüne çıktı, derinimde yer etmiş demek, hakkında epey okudum. Bazen düşünselleştirme hissettiğiniz sarsılmayı geçirmeye yetmiyor. O zaman da hikayeme girdi işte ister istemez. İfade alanım orası çünkü. Ressam olsaydım resimlerini yapacaktım belki. Biraz bahsetmek gerek aslında, ne kadar çok kişi bilirse o kadar iyi. Üner Tan Sendromu diye bir bozukluk bu. Aileyi ilk fark edip tanı ve tedavi olanaklarını araştıran, sonra da konuyla ilgili bulgularını uluslararası bir tıp dergisinde yazdığı makalede açıklayan doktorun adıyla tanımlanmış. Dediğiniz gibi ellerinin ayaklarının üzerinde yürüyorlar, bebek emeklemesi gibi değil ama daha farklı bir şey. BBC yapımı bir belgesel var bu konuda, ilgilenenler izleyebilirler. Keşke yeniden gündeme gelse, magazin malzemesi edilmeden tabii, ciddi biçimde ve daha fazla bir şeyler yapılabilse aile için.

        "Solvitur Ambulando"da anlatıcının sorduğu soruyu size yöneltmek istiyorum: "Bir uzvunu kaybetmiş sayılır mı yazar kelimeleri kaçıp saklanmışsa karanlığa?" Belki de yazarın yazamama korkusu üzerine de konuşmak lazım bu arada...

        Sayılır mı? Ben de anlamaya çalışıyordum yazarken herhalde. Her zaman sorularını arayan cevaplarımız yok, bazen de cevapları bulmaya çalışıyoruz, en azından ben öyle yapıyorum. Edebiyat yazarı olmak, kurmaca ya da şiir yazmak bir zanaat değil. Çok içerden gelen bir eğilim, çok da açıklanamayan bir yapma etme hali. O nedenle kelimeler de hikayeler de kaçıp saklanabilir karanlığa, hatta saklanır. Yazmanın bir sancısı varsa o bulanık zamanların atlatılması sırasında yaşanılandır işte. Yazamama korkusu ise hep baki. Sanat bilimsel bir uğraş, ki o da yaratıcılık gerektirir kanımca, ya da iş gibi tamamen akılla ve beceriyle yapılan bir şey değil. Kontrol edemediğiniz parametreler var, önemli bir ruhsal boyutu var. Dolayısıyla gitti mi gider. Kelimelerin efendisi olmaz. Bir daha hiç yazamamak hep bir olasılıktır. Belki yazmayı cazip kılan şeylerden biri de budur. Hep elinizden kaçıverecekmiş gibi olması, tam anlamıyla ele geçirilememesi.

        Okurların yazarla tek taraflı bir dostluk kurduğundan bahsediliyor öyküde. Hem bunun üzerine konuşmak hem de kendinize - tek taraflı - edindiğiniz yazar dostlarınızı sormak isterim...

        Edebiyatımızın yaşayan yazarlarıyla, büyük ustalarımdan bazılarıyla dostluk etmek lütfuna eriştim. Yine aynı zamanda okuru da olduğum çağdaşım pek çok yazar arkadaşım var. Şanslı sayıyorum bu anlamda kendimi. Ama isim vermem gerekirse, ilk olarak Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever geliyor aklıma. Tek taraflı bir dostluk sürdürdüğüm edebiyatçılar olarak. Tanırcasına seviyorum. Doğum, ölüm yıldönümlerinde sosyal medyada olan bitene bakılırsa, benim gibi düşünen oldukça fazla kişi var. Dünya edebiyatı derseniz, Rilke'den Coetze'ye, Calvino'dan Marquez'e pek çok yazarla bir duygu ve zihin birliği kurarım okurken. İlginçtir Tom Robbins okumak tam bir yarenlik duygusu uyandırır bende. Yine Murakami okurken yazarla değil de karakterleriyle dost hissederim kendimi, huzur duyarım varlıklarından, tam da bir dostla olması gerektiği gibi. Ama edebiyat yazarı olmama karşın, başta Freud ve Jung olmak üzere, en çok da psikiyatrist yazarlarla yaşarım o dostluk duygusunu. Bir insanı anlamak ve bir insan tarafından anlaşılmaktan daha önemli bir şey olmadığını düşündüğümden belki.

        Diğer Yazılar