Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Şiir, öykü ve romanlarıyla edebiyatın hemen her alanında ürün veren İbrahim Yıldırım'ın "Madama Samatya... ve Diğer Şüpheliler" romanı raflarda yerini aldı. Kitap, 1970'li yıllarda Samatya'daki bir apartmanda birer yıl arayla gerçekleşen üç şüpheli ölüm olayını ve 2007 yılında bu ölümlerin izini sürmeye çalışan bir yazarın öyküsünü işliyor.

        Sekizinci romanı üzerine konuştuğumuz İbrahim Yıldırım, günümüz edebiyat dünyasına dair ilginç saptamalarda bulundu. "Edebiyat dünyasında otistik düşmanlık" var diyen Yıldırım; "Sağda da, solda da otistik düşmanlık yapan edebiyat grupları var. Diğer gruptaki insanların kitaplarına kesinlikle bakmıyorlar. Birileri birilerine düşman olmasa bile, birileri birilerini sevmiyor. Ama sevilecek o insan değil o insanın yazdığı olmalı. Yazdığı şeyi sevmeyebilirsiniz ama o şeyi ‘bu bizden değil' diye sevmediğin zaman o edebiyata ilgili olmuyor. Zihniyeti ne olursa olsun eserine bakılmalı" diyor...

        Bir süre önce Samatya'da Ermeni asıllı Maritsa Küçük öldürülmüş, aynı mahalleden üç kadın da yaralanmıştı.

        O olayları çok yakından takip ettim ama romanı çıkışı çok daha eskiye dayanıyor. Bunlar üstüne geldi. Orada o kadınların öldürülmesi sanki birbiriyle bağlantılıymış gibi göründü ama öyle değildi. Sonradan o kadınların katili yakalandı. Biri için ‘Türk değil, Ermeniymiş' dendi. O da bir parça üzdü beni. Katil katildir. Onun Ermeni ya da Türk olması, gazetelerde böyle yansıması pek hoşuma gitmemişti. O tepki romana bir şekilde sızmış olabilir. Bir şey yazıyorsunuz ve karşınıza daha da abartılı bir şekilde çıkıveriyor...

        Madam Samatya'da roman içinde roman var. Ve romandaki yazar, yazıyı bir kılavuz ipe benzetiyor.

        Yazı denen şey öyle bir şey. Dolandıkça dolanırsınız. En sonunda bir roman olarak çıkar karşınıza. Ama ne kadar dolanmıştır, ne kadar sonuca ulaşmıştır bilemezsiniz. Yazar orada o yazının içinde kayboluyor aslında. Samatya hakikaten bir labirent. Hep öyle hissettim. Sokağa çıktığınız zaman bir labirente girmiş gibi hissediyorsunuz. Yazıya dönecek olursak, yazı benim için nefes aldıran bir şey. Çocukluğumdan beri yazıyorum ve onunla nefes alıyorum. Başka türlü de nefes alabileceğimi sanmıyorum. Uzun süre reklamcılık yaptım, 30 yıl kadar. Orada bile yazının bana verdiği hazzı aldım. Reklamcılık çok sevdiğim bir iş olmadı Ama yine de 'yazdığım' için reklamcı oldum. Bir şey yazdığım zaman kendimi iyi hissediyorum ama roman yazdığım zaman daha iyi hissediyorum.

        EDEBİYATÇILAR TERAPİYE İHTİYAÇ DUYARLAR

        Romanda ‘kadim yazı türü' diye tarif edilen mektup için, ‘Mıh veya çivi olarak kullanılabileceğini, bir şeyleri birbirine tutturacağını düşünüyorum" deniyor. Yazıyla terapi, mektupla sağaltımdan bahsediliyor...

        Yazının bir şifa kaynağı olduğu, bir terapi kaynağı olduğu çok açık. Bizde yeni yeni uygulanıyor yazıyla terapi, dünyada 50 – 60 yıldır uygulanan bir yöntem. Birtakım insanlara yazılar yazdırılıyor. Bilinç akışı ne kadar otomatik yazıya benziyorsa bu rahatsızlığı olan insanların da yazıya otomatik olarak aktardıkları sözcükler giderek cümle olmasa bile bütünü bir sağaltım aracı, bir terapi aracı olabiliyor. Romancıyı, yazarı, şairi de böyle düşünürsek bunlar genellikle terapiye ihtiyaç duyan insanlardır. Bunu hiç kaçınmadan söylüyorum, o terapi olan yazı, hayata karşı bir direnme noktası. O yazıyla direniyorsunuz.

        Samatya'yı küpeçiçeğine benzetiyorsunuz romanda. Küpeçiçeği gibi boynu bükük, içe dönük, kuytuları ve gölgeyi seven. Bir de ‘ağzı sıkı bir semttir' diyorsunuz.

        Samatya'ya ulaştığınızda birdenbire bire bir sessizlik, bir hüzünle karşılaşıyorsunuz. İnsanlar sanki saklanmış, bir yerlere sinmiş gibi gelir hep bana. Sanki sokaklar sessizdir. Yaz da olsa, çocuklar sokakta oynasa bile sanki bir ürkme vardır. Küpeçiçeği de böyle bir şey. İçine doğru kapanan, boynuna bükmüş bir çiçektir. Samatya hep bana böyle bir imgeyle geldi. Biraz da mor bir semt gibi. Samatya'da yaşayan insan mesela Küpeçiçeği'ne benzer bence. Hafif boynunu bükmüş, hafif pempemsi ile mor arasında bir renge benzer.

        Romandaki yazar, "Nasıl bir yazarla haşır neşir olduğunuzu, duygudaşlık ettiğinizi bilmek hakkınız" diyor. Okur tanımalı mı yazarını?

        Bence okur, yazarını tanımazsa çok daha iyi olur. Onun için hiçbir imza gününe gitmiyorum, herhangi bir yerde de ortaya çıkmayı sevmiyorum. Arkadaşlarımı kırmamak adına bir takım etkinliklere katılıyorum. Onun dışında beni okurların görmemesi daha iyi olur. Okur, yazarını kafasında yaratsın. James Joyce'un fotoğrafına baktığınız zaman tek gözü kapalı bir adamla karşılaşıyorsunuz. Baktığınızda Samuel Beckett'e çektirdiklerini düşündüğünüz zaman adam hakkında herhangi olumlu şeyler düşünemiyorsunuz. Samuel Beckett'i kurcaladığınız zaman başka türlü rahatsız oluyorsunuz ama önemli olan yazılı olan nesne. Yazar yazdıklarıdır, başka bir şey değil. O gördüğünüz ettiğiniz şey kesinlikle yazarın kendisi değildir. Yazdıklarıdır.

        "Her sanat yapıtı, sanatçının kendine gönderdiği ve ruh akrabalarıyla yani izleyicileriyle paylaştığı açık mektuptur. İzleyici, sanatçının mektup arkadaşıdır" diyorsunuz. Romandaki yazar da okurlarına "uzak dostlarım" diye hitap ediyor.

        Aslında okurlar uzak dostlarımızdır bizim. Ne kadar kavrayabilirler ki bir yazarı. Nereye kadar öğrenebilirler, nereye kadar doğruyu yazıyordur bir yazar. Yazar, çok doğrular da yazar, yalanlar da yazar. Karşısındakilerle kurduğu dostluk da yalanlar üzerine kuruludur. Bütün romanlar da o yalanlar üzerine kurulan uzak dostluklardan oluşur. En güzel yalanları da çok iyi romancılar söyler. Mesela benim arkadaşlarım var çok güzel yalanlar söylüyorlar, adlarını vermeyeceğim.

        Çeviriler üzerine konuşalım istiyorum biraz da. Romandaki yazar, Genç Werther'in acılarını Almancası'ndan okurken aldığı hazzı Türkçesi'nden alamadığını anlatıyor. Keza, Rilke'nin Türkçe'ye veya başka bir dile hakkıyla tercüme edileceğini zannetmediğinin altını çiziyor. Sanırım sizin düşünceniz de böyle.

        Ben de katılıyorum. Rilke'ye Almanca'dan okuduğunuz zaman bambaşka bir duygu alıyorsunuz. Ama Türkçe'ye çevirdiğiniz zaman o olmuyor, Türkçeye çevrilemiyor galiba. Belki de şiirin çevrilmemesi gerekiyor. Ama çevrilmediği zaman nasıl tanıyacağız? Bir de öyle bir şey var. İyi çeviriler vardır mutlaka Rilke ile ilgili, kimseye bir şey söylemek istemem ama roman karakteri gibi ben de tatmin olmadım Rilke konusunda. Hatta Goethe konusunda da aynı şeyi söyleyebilirim.

        Yazarlığın böyle bir avantajı da var, söylemek istediklerinizi roman karakterleri aracılığıyla da aktarabiliyorsunuz...

        Bir güreşte arkadan dolaşıp puan almak gibi bir şey oluyor bu. (Gülüyor)...

        Edebiyat dünyasını konuşalım biraz da..

        Bizde edebiyat eserleri değerlendirilirken kriterler farklı oluyor. Bunun sebebi de 'otistik düşmanlık' dediğimiz psikolojik bir etki var. Otistik düşmanlık otizmle ilgili bir şey değil. Otistik düşmanlık bir kurumun, bir camianın bir başka yapıya kendini kapatması, sadece kendi içinde her şeyi denemesi. Sağda da, solda da otistik düşmanlıklar yapan edebiyat grupları var. Ve diğer gruptaki insanların kitaplarına kesinlikle bakmıyorlar. Sadece kendi gruptaki insanları var. Bu, sağda da var, solda da var. Sağdakiler de kendi aralarında fraksiyonlara hiziplere ayrılıyor, soldakiler de fraksiyonlara hiziplere ayrılıyor. Ama edebiyat ideolojiyle bir takım şeylerle açıklanmaz. Zihniyeti ne olursa olsun eserine bakılmalı.

        Çok basit anlatırsan, 'bizim arkadaşımız, bizden birisi yazdıysa iyidir' mantığıyla oluyor. Dışta olan bitene tamamen kendilerini kapıyorlar. Edebiyat kanonunda 15 yıldır konuşan insanlar hemen hemen aynı şeyi söylüyorlar. Yani, birileri birilerine düşman olmasa bile, birileri birilerini sevmiyor. Ama sevilecek o insan değil o insanın yazdığı olmalı. Yazdığı şeyi sevmeyebilirsiniz ama o şeyi ‘bu bizden değil' diye sevmediğin zaman o edebiyata ilgili olmuyor. Gezi Parkı olaylarından sonra bunun çok daha gün yüzüne çıktığını sanıyorum. 2002 yılından itibaren başlayan o balayı dönemi, Gezi'den sonra bitiyormuş gibi geldi bana. Çünkü saflar belirlendi. Edebiyat safları. Aslında Gezi'nin edebiyata yansıması filan diyorlar ya, Gezi'nin edebiyata yansıması bu...

        Diğer Yazılar