Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir cumhuriyetin en büyük vaadi ne olabilir?

        Adının tarihi manasında yazılı esasında:

        Özgürlük, eşitlik, kardeşlik (dayanışma)!

        Ne olabilir?

        Egemen zümrelerin bulunmaması, imtiyazların ortadan kaldırılması, ayrımcılıkların, dışlamaların sona ermesi de olabilir mi?

        Bunlar olmadan, bırak olmasını, bunların hayalini dahi kurmadan, bırak onu, hayalini kurmayı dahi bastırarak eski cumhuriyet ile yeni demokrasimiz hayırlı olsun!

        ***

        Uzman Çavuş Ramazan Gülle Yüksekova’da “çarşıda alışveriş yaparken” maskelilerce öldürülen üç askerden biri.

        Yere düştüğünde millet ayağa kalktı.

        Cenazeden sonra herkes yerine oturdu.

        Zaten öncesini, canlı iken hangi şartlarda yaşadıklarını da kimse umursamamıştı ki!

        300 kilometre yola tayin edildi cenazesi.

        Bir helikopter kaldıramadı devlet; karayolundan yollandı son yolculuğuna.

        Evlatlarına, babalarına ebediyen hasret kalmış insanları bekletip “sabırlar” dilemek böyle bir şey olmalı!

        Aynı Yüksekova’da, aynı yerde, iki uzman çavuş, Yahya Karakaya ile Murat Özkanoğlu sabah sivillerle evlerinden çıktıktan sonra sırtlarından vurulup öldürüleli de üç yıl oldu

        Yahya Karakaya 1.5 aylık evliydi; Murat Özkanoğlu’nun eşi Nezihe 5 aylık hamileydi. İki yaşında olmuştur bebek.

        Kimin aklında?

        ***

        Burası Türkiye ya.

        Burada her acının “düşman sayılan” bir de kardeşi var.

        Ama ne hayata, ne ölüme öyle bakıyoruz.

        Kendimizi bırak, acıları dahi kardeş sayamıyoruz.

        Yüzü maskeli olanlar ile maskeleri yüzsüz olanlar da öyle bakmıyor zaten.

        Cumhuriyet biraz öyle bakmış olsaydı; demokrasi de böyle sakar ve hiddet-şiddet dolu olmazdı!

        Demokrasi öyle bakmış olsaydı; cumhuriyet de biraz özgürlük, eşitlik, kardeşlik kokardı.

        ***

        Aynı Yüksekova’da; günler, saatler nasıl vurulup düşüyorsa artık, zaman da bir ötekini öldürüyor ya; üç askerin kalleşçe öldürüldüğü cumartesi, yanılmıyorsam Abdülhaluk Geylani’nin anması, yine faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması talebi vardı.

        Kasım 2005’te, bugün askerlerin vurulduğu yerin civarında öldürülmüştü.

        Babası o günü ve evladını kısaca şöyle anlattı:

        “21 yaşında, inşaat işçisiydi. Öldürüldüğü gün çarşıya hortum almaya çıkmıştı.”

        Bir hafta önce de, 2009’da öldürülmüş Dırbaz Kaya anılmıştı. Onu da ablası anlatmıştı:

        “Adana’dan düğüne gelmişti. Çarşıya gitti. Haber alamadık. Üç gün sonra arabası yakılmış bulundu. 10 gün sonra dere kenarında ayakkabıları. Sonra da taşlarla dereye atılmış cesedi. İki çocuk babasıydı”

        ***

        Memleketimiz bu.

        Aynı çarşıda arkadan vurulan iki çocuk babası Konyalı asker; aynı çarşıdan kaçırılıp öldürülmüş iki çocuk babası Yüksekovalı.

        Annesine bir cep telefonu alabildi diye sevinen, sıvasız hanelerden 21 yaşında bir başka asker; onun yaşıtı inşaat işçisi bir genç.

        Çarşıda elektrik malzemesi alırken öldürülmüş askerler, aynı çarşıda hortum alırken öldürülmüş işçi, kaçırılmış genç bir baba.

        Dünkü yazıdaki cümleyle, “Cennet olabilecekken, kayıp mezralardan genç mezarlara, devasa bir kabristan haline gelmiş ülke.”

        Birbirine düşmanlıkla donatılmış, oysa birbirine benzer acılardan örülü sıvasız haneler!

        ***

        Bu arada…

        Kimimiz için, “şehit”in helikopter yerine 300 kilometre yolla son yolculuğa yollanması mesele değildir.

        Öyle ya, bir emir silsilesi sonunda can vermiş bir başka uzman çavuşun babası, oğlunun tabutuna sarılmak için beklerken, yürek yakan tesellisini şöyle ifade etmişti:

        “Çok şükür, uçakla sağ salim getiriyorlar cenazesini”!

        Evladının “sağ salim” cenazesine bile sevinilen bir ülke burası.

        Kimi haneye kalabilen mutluluk bu!

        Küçük bir sevinç peşindeki çocuk Emrah’ın, diğer arkadaşlarının girebildiği deniz kenarındaki askeri tesise babası uzman çavuş diye alınmayınca, tel örgüden girmek isterken cereyana kapılıp ölüme itilmesi de nedir ki?

        Üç yıl önce Yüksekova’da, “kiralık oturdukları” evin önünde sivil kıyafetle öldürülen iki uzman çavuş neden bir lojmanda değildi, kime ne ki? En büyük kitleye en küçük, çok küçük lojman kontenjanı ayıran imtiyazsız, sınıfsız cumhuriyetiz!

        Onlardan 5 yıl önce yine lojman yok denip mecburen tuttuğu evde Astsubay Levent Çevik öldürülünce, dönemin TOKİ müdürü Erdoğan Bayraktar, “Başbakan talimat verdi. Süratle lojmanlar bitireceğiz” demişti.

        Sonra süratle bakan bile oldu.

        Son sürat tape, fezleke bile oldu.

        “Ne yaptıysam emriyle yaptım” diye liderine imada bulunur bile oldu; susturucu takılmadan önce.

        TOKİ’ler, takılar, araziler, rantlar, havuzlar dolup taştı sonradan.

        Kimine son sürat sonsuz yolsuzluk, kimine sağ şeritten son yolculuk düşüyordu ya “adil gelir dağılımı”nda!

        İşte böyle.

        Öyle işte!

        ***

        Öyle ama tastamam öyle.

        Bu yazıyı yazmışsın, içinden geldiği gibi.

        Derken yerin altından bir kara haber daha:

        Karaman’da madende su baskını: 18 işçi mahsur!

        Bakanlar oraya koşmuşmuş.

        Oysa bir gün önce, hem de Somalı protestocu madencileri hırpalıyordu iktidarın polisi!

        O yüzden, bu hikâyeler insanlar ölünce başlamıyor…

        Onların hep yerin dibine sokulduğu öncesi var.

        O yüzden cumhuriyet nakıs, demokrasi güdük.

        O yüzden özgürlük, eşitlik, kardeşlik hayali dahi güçlülerin ayağının altında.

        O yüzden en büyük kadersizlik, birbiri gibi olanların, sınıfını, safını şaşırıp bir ötekini düşman sayması!

        Diğer Yazılar