Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Önce (yine) şunu söyleyeyim:

        “Çözüm süreci” denen ama “demokra-teknik”ten ziyade en insani umudu veren adı “Barış süreci” olan, yani sıvasız hane çocuklarının birbirini katlettiği, dağın iki yanının da kanadığı, ruhumuzun kirlendiği o “sürüklenme süreci”nden uzak olmak başlı başına önemli benim için de.

        Adil, hakkaniyetli, demokratik bir barış umudu, umut etmek istediğim şey.

        Girizgâhsız olmuyor, çünkü yaptığın her eleştiri “Barış düşmanlığı” kılıfına sokulabiliyor; bin tane barış yazısı yazmış olsan bile!

        ***

        Tabii ne İmralı’da olanlara, ne Ankara’da bulunanlara hakim bir konumumuz var ama, gördüğüm şu:

        PKK-HDP “coğrafyası”nda tam bir işbölümü var:

        Öcalan “barış süreci”nden sorumlu…

        Bayık “savaş süreci”nden!

        Demirtaş “yaygın muhalefet süreci”nden sorumlu…

        S. S. Önder (ki esas “Önder” o değil tabii!) “yeniden yeniden umut süreci”nden.

        İlginç olan, birbirlerine aykırı gibi duran bu süreçleri bir arada gayet iyi yürütüyorlar.

        Biri silah bırakmaktan söz ederken, diğeri bunu reddediyor.

        Biri kandırılmaktan söz ederken, diğeri mutabakatla bizi umutlandırıyor.

        Birbirinden habersiz, desem, mümkün değil; çünkü “Önderlik” var!

        Nitekim benim “işbölümü” dediğime benzer bir şeyi Bayık “roller” diye şöyle ifade etti:

        “Biz hiçbir zaman Önder Apo’nun rollerini üstlenemeyiz…

        Önder Apo da bizim rollerimizi üstlenemez”!

        ***

        Anladığım kadarıyla, iktidar da bu “paralel yapılanma”dan etkilenmiş; çoktan benzer bir organizasyon sürecinde.

        Orada (da) tabii tek yetkili, tek seçici olduğu için ve “Hapisteki muhatap”a göre devlet ile duruma, her şeye, herkese hakim olduğu için bütün süreçler onun tarafından yönetiliyor yahut vaziyete göre tanımlanıyor.

        Orada da, “Önder”in gölgesinde Akdoğan veya Davutoğlu tarafından zaman zaman yeniden verilen “umut süreci” mevcut. (Tabii onlar, “Biz Reis’in rolünü üstelenemeyiz, Reis de bizim rolümüzü üstlenemez” gibi bir şey demiyor!)

        İç Güvenlik Paketi, Toma ihaleleri, polise ek yetki ve nefret-hiddet politikalarıyla da “savaş süreci” de mevcut!

        Bunun içinde de iki “süreç” var; biri “Çözüm süreci” yürüttüklerine sürekli terörist diyerek sürdürülebilir kılınmış sabit savaş süreci…

        Diğeri her türlü muhalif ve muhalefete karşı bilenmiş, kızgın, öfkeli, hiddetli ve şiddetli bir “dalaş-savaş süreci”!

        ***

        Türk veya Kürt veya her ne kökenden isek; bu süreçler arasında umudumuzu, hakikati ve geleceğimizi, bırak tayin etmeyi, tahmin edebilmek kolay değil!

        Çünkü “demokratikleşme”, birbirine ters süreçlerle, anti-demokratik karar ve niyetlerle, bir oraya bir şuraya çekiştirilen sözlerle, sabit savaş lisanı terk edilmeden ve “herkesten gizlenen sırlar”la idrak ediliyor!

        Sırrı da olmasa sırların kırıntısını bile bilmeyeceğiz!

        ***

        Şimdi, Akdoğan, Davutoğlu ve Sırrı Süreyya Önder’in verdiği umutlarla bir elimizde, ne iyi ki, bir “mutabakat… barış… çözüm süreci” var…

        Bir elimizde de, “Kandırmacalar, silahlar, iç güvenlik paketleri, Kobani düştü düşecek, YPG de PKK gibi terörist… Silah bırakmayız… İç savaş ya da darbe olur… Sevr haritası” gibi vaatlerle “savaş süreci” var.

        Şunlar önemli:

        1. Eller karışmadan nasıl yapacağız?

        2. Eller kavuşmadan, ne edeceğiz?

        3. Elleri şaşırmadan, nereye gideceğiz?

        4. El ele versek, elde hangisi kalacak?

        5. Elden düşme olacaksa biri, hangisi olacak?

        6. Ele verir talkını kendi yer üzümü süreciyle; barış mı, savaş mı, yoksa sadece seçim ve başkanlık süreci mi idrak edilecek

        7. Tamam, el elden üstün de olabilir ama hangi el üstün, üstte, hangisi altta veya alttan alta kalacak? O vakit nasıl bir adalet,hakkaniyet mümkün olacak?

        ***

        Bir karış barış bile bir yudum umuttur.

        Onu da önce, o umudu verirken sürekli savaş sakızı çiğneyenler eritir!

        Problem…

        Bir arkadaş basit bir problem yollamış:

        Diyelim dört çocuğun var; dört çocuğundan da 10-13 yıllık bir “torun süreci”nde toplam dört torunun var.

        Soru şu: Çocuğun başına kaç çocuk, yani kaç torunun var?

        Dördü dörde bölünce 1 çıkıyor, elbet.

        Ne var yani bunda, dedim.

        Problem de o zaten, dedi. O vakit herkesin çocuk sayısı, kürtaj, en az üç-dört çocuk, doğum kontrolü, ihanet vesaire diye yazı yazıp durmayacaksın!

        No problem, tamam, yazmayız; dedim.

        Ne biçim başbakan!

        Başbakan tam işadamlarına konuşuyordu.

        Bildik şeyler işte: Ekonomi, AB, tedbirler, teğet vesaire.

        O sırada, içeriye öğrenci gibi girmiş dört kadın, Başbakan’a önce mayonez fırlattılar.

        Yumurtanın çırpılıp işlenmişini tercih etmişlerdi herhalde. Ardından da kızarmış patates attılar Başbakan’a. Ketçap yoktu!

        “Kemer sıkma terbirleri defolsun… Michel sen de defol” diye bağırdılar bir de.

        Sonra polis kadınları oradan çıkardı.

        Eski Femen, yeni Lilith üyesi kadınlardı; Başbakan da Belçika Başbakanı Charles Michel.

        1975 doğumlu Başbakan, 54 veya 58 doğumlu başbakanlardan daha olgun çıktı!

        Pişkin değil, olgun!

        Gülümseyerek konuşmasına devam etti ve salondan özür diledi:

        “Kusura bakmayın, biraz mayonez kokuyorum.”

        Şikayetçi olmayacağını da bildirdi.

        Yeşiller’den de değildi Başbakan; bildiğin sağ koalisyonun başbakanı.

        Yaşı küçük ya…

        Ne karizma biliyor, ne küfür kıyamet!

        Diğer Yazılar