Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Karaya vuran çocuk, boğulan bir çocuktur; “kıyıya vuran insanlık” filan değil.

        Gerçeği somut ve çıplak görmek yerine ona sıfatlar taktığımızda, kıyıda bir çocuk görüyoruz ama başka çocukları görmemeye devam ediyoruz.

        Karaya vuran çocuk, önce kendi hikayesini, sonra diğer çocuklarınkini taşıyor.

        Biz onu öyle görmediğimizde de var olan hikayesini.

        Bu çocukların neden kendi topraklarında bir hayata sahip olamadıklarının, kimlerin buna sebep olduklarının hikayesi.

        Neden hep Batı’ya Batı’ya baktıklarının ve battıklarının hikayesi.

        ***

        Evladım Kobanili imiş.

        Halepli de olabilirdi, Felluceli de, Trabluslu, Marakeşli de, Dakarlı da.

        Öyle oluyorlar ve öyle ölüyorlar.

        Düştü düşecek Kobani işte!

        Düşmüş Halep, düşmüş Felluce.

        Yollara düşmüş, suya düşmüş, kıyıya düşmüş çocuklar.

        ***

        Kimsenin “karaya vuran çocuk”un arkasına geçip bir ötekine saydıracak hali yok.

        Birbirini gırtlaklayan bu coğrafyanın esasen başladığı ve bittiği yer Batı ise…

        Birbirini gırtlaklayan ellerin sürekli bilendiği, nefret, kin, etnik düşmanlık, dinsel-mezhepsel şiddete bulandığı yer de buralar gülüm.

        Başkasının topraklarını yüzyıllarca talan edip kendi topraklarının göçmenlerce istilasından korkan “hümanizm beşiği” sallanıyor bir yanda, tamam…

        Kendi topraklarını kendi çocuklarına zehir etmekte bir ötekiyle yarışan İslam dünyası da kanayıp duruyor.

        “Karaya vuran çocuk”, ikincilerin gırtlağına yapışmış eli ile birincilerin tekmesi arasında boğuldu.

        Şimdi “Batı vicdanı” bir fotoğrafa bakıp vahvahlanırken, hemen dibinde karaya çıkamamış binlerce çocuk daha bekliyor.

        Onlara bir umut var mı, yok.

        Pekiyi onları zalimlikle suçlayanların kendi vatanlarını, kendi topraklarını bu çocuklara cehennem haline getirdikleri için bir utancı var mı? O da yok.

        ***

        Yaşadığımız medeniyet türü, mağara duvarındaki görüntülere asılı kalıp idrak ettiğimiz yeni bir ilkel çağ olduğu için, hislerimiz ancak “görsel” olarak ayaklanabiliyor; o da müsaitse.

        “Karaya vuran çocuk”a ısrarla “kıyıya vuran insanlık” dememiz de o yüzden.

        Kastettiğimiz başkaları tabii; “insanlık” bizde kalmak üzere.

        “Karaya vuran çocuk” yüzlercesi gibi dibe batmış, kaybolmuş bir çocuk olarak kalsaydı, ne o yüzlercesi gibi bir adı, bir hikayesi, ne kumların üzerinde bizim hemen koşup almamız için bir hissiyat bulunacaktı.

        Görmeden inanmıyoruz ya!

        ***

        “Karaya vuran çocuk”, tek kelimeyle savaştır.

        Bazen tek kelimeyle açlıktır.

        Zulümdür, zalimlerdir, devlet ve örgütlerin cehennemidir.

        Son bir umuda sarılış ama onun ellerinde can veriştir.

        Hangi çocuğun kimden kaçtığını ayırıp çocuklardan çocuk mu beğeneceğiz?

        Katillerden katil, zorbalardan zorba beğenmekle mi “insanlık” şey edeceğiz?

        Kendi zorbasına hayran olanların başkalarının gaddarlıkları üzerine diyecekleri çok mu alakadar edecek minicik çocukları?

        Hayatlarını ve ölümlerini çok mu değiştirecek?

        Merhamet, acıma, “insanlık” hislerimiz denk gelecek diye, hep karaya mı vurmalı çocuklar?

        ***

        Çok hisliysek, hakikaten şu anda topraklarımızda, kimimizi rahatsız eden, kimimizi endişelendiren, kimimizi belki daha insan kılan binlerce böyle çocuk var; göçmen, sığınmacı diye.

        Ama ona buna laf yetiştirmeye de utancımız olmalı; daha yeni 7 yaşında Baran toprağa vurdu. 12, 13 yaşında çocuklar kafadan, gözden, küçücük bedenlerinden vuruldu.

        Basbayağı cinayet olan nice vakada, çarşıda hamile eşinin yanında başından vurulmuş askerin bebeği bu dünyaya vurdu; sınırda vurulmuş, doğumuna 10 gün kala evladıyla vedalaşmış bir başka askerinki de.

        Sanki çocuklar için bir cennet yapmışız da…

        Kobanili minikler karaya vurunca, insanlığımız da kıyıya vuruyor!

        Yoksa yüzüyordu işte!

        REHİNE ÖZTÜRK İLE REHİNE ÖZGÜR!

        Kendisinin değerini, başına geleni tartışmıyorum. Türkiye’nin hallerine bakıyorum.

        Musul Konsolosu Öztürk Yılmaz da Işid’e rehin düşmüştü. Hükümetin “mukavemet etmeyin, teslim olun” emriyle.

        Çok şükü, serbest kaldılar. Başbakan Davutoğlu Konsolos’u alnından öptü. Ne ona, ne polislere “Mukavemetsiz teslim” ayıbı, suçu isnat edildi.

        Astsubay Özgür Örs de Işid trafiğinde epey eleman yakaladıktan sonra, sınırı az geçince Işid’e rehin düştü.

        Serbest bırakılınca Başbakan müjde verdi; alnından öpmese de.

        Öztürk Yılmaz, CHP’den milletvekili aday adayı.

        Özgür Örs ise, “Mukavemet etmeksizin teslim olup terör örgütü propagandasına sebep olarak TC ve TSK itibarını zedeledi” diye ordudan, hem de er yapılıp atıldı.

        Ne AKP’den ne CHP’den aday. İkisi de umursamadı zaten.

        Bir minik evladı, bir de yeni bebeği vardı.

        Ekmeklerini çıkarmak için şimdi garsonluk yapıyor. Camiasından yollanan bir yardımı da bir “şehit astsubay ailesi”ne iletti.

        Ülkeniz böyle bir yer.

        “Kıyıya vuran insanlık” diyorsunuz ya…

        Allah iyiliğinizi vermesin. O her gün birilerine vuruyor zaten!

        Diğer Yazılar