Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muharrem Sarıkaya 104 yıl sonra aynı model
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        TUĞGENERAL Reginald Dyer komutasındaki birlikler, barışçıl amaçla Amristar kentinde yapılmakta olan Hint siyasi toplantısını bastı ve katılımcıların üzerine acımasızca ateş açtı…

        Gurkha birliklerinin 14 Nisan 1919’da yağdırdığı kurşunlar sonucu 379 Hintli öldü, 1200’ü de yaralandı…

        Sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti…

        Peki, Tuğgeneral Dryer bu katliam emrini verirken neye güveniyordu?

        Bir insan olarak bu denli acımasız katliam emrini verebilmesini kolaylaştıran gücü nereden alıyordu?

        İNSANDIŞILAŞTIRMAK

        Daha önce de bu sütunda dile getirdim…

        Polonyalı sosyolog, düşün insanı Zygmund Buaman, General Dryer’e bu gücü veren kolaylığı, “insandışılaştırmak” diye tanımlıyor…

        Kendisi gibi Yahudi kökenli olan, 2. Dünya Savaşı sonrası Nazilerin yargılandığı mahkemeyi izleyen ve önemli öğretiler aktaran Hannah Arendt ise “radikal kötülük” olarak adlandırıyor.

        Dryer ve beraberindekilerin, katliamlara kayıtsız kalanlar sayesinde insan dışı eylemlerini gerçekleştirebildiklerine vurgu yapıyor.

        Uzun yıllar süren itibarsızlaştırma, insanlıktan çıkarma politikasına uğramış toplumlara kötülüğün çok daha rahat yapılabildiğini anımsatıyor…

        Katliamı, insandışılaştırılarak insanlıktan çıkarılmış olmalarının sağladığı kolaylığın sonucu olarak görüyor…

        Çünkü insanlık sınırının öte tarafında, ahlaki, etik değerler, vicdanın bir anlamı yoktur; aksine anlamsızlığı hâkimdir.

        İnsana duyulacak saygının, sempatinin, acıma hissinin yeri yoktur…

        Buaman, insanlık dışı tutumu yapabilme gücünü kendinde bulanlarının tutumunun gerisinde yatan nedeni de bu kişilerin dünyaya düzen verme haddini, kadiri mutlak olarak kendilerinde bulmalarına bağlıyor.

        İnsandışılaştırmayı modern dönemin karakteristik özelliği olarak tanımlıyor…

        Bu denli kolay katledebildiklerini veya masum insanların katledilebilmesi kolaycılığının gerisindeki nedeni, hukuki ve siyasi insanın sistemli bir şekilde uzun süre yok edilmiş olmasına bağlıyor…

        ÖLMELERİ Mİ, NEREDE ÖLDÜKLERİ Mİ?

        Bu çağda bunun en iyi örneğini de Filistinliler temsil eder…

        Son dönem haberlerin veriliş şekline bakın…

        Gazze’de bir ayı aşkın süredir öldürülenlerin insan olmaları yerine, nerede öldüklerini öne çıkarıyoruz…

        Hastanede, ambulansta veya okulda öldürüldüklerine yapılan vurgu, çok daha belirgin…

        Şunu anlayabilirim; hastane, okul, ambulans savaş hukukunda dokunulmaz yerlerdir; o nedenle öne çıkarılmış olabilir…

        Peki, evinin önünde komşusu ile masum şekilde sohbet ederken öldürülmüş olmaları, katliamı daha hafif hale mi getirir?

        Daha fazla göz yumulabilir hale mi dönüştürür?

        Yoksa gıdası ve suyu, yakıtı, iletişimi kesilmiş masum insanı öldürme çabasını mı ortaya çıkarır?

        Veya bu kişilerin sistematik şekilde bireysellikten arındırılmasına, bir kukla durumuna getirilerek acımasız şekilde katledilmesini mi işaret eder?

        MANDATE ARAYIŞI

        Üstelik bu girişim yeni de değil…

        Kendisinden önce mücadele edenler gibi, Filistin davasının efsane lideri Yaser Arafat’ın, “Barış için verilen savaş hayatlarımızın en zor savaşıdır” sözünün üzerinden 30 yılı aşkın zaman geçti.

        Osmanlıdan bugüne de tam 104 yıl…

        Tıpkı o gün aranan model ve formüller, bugün naftalinli sandıklardan çıkarılıp tekrar sahneye konuldu.

        Sözünü ettiğim, 1919’da “Mandate…” yani kendi kendilerini yönetecek düzeye erişmediğine kanaat getiren ülkelerin yönetimlerinin, bağımsızlığına kavuşuncaya kadar başka ülkenin hakimiyetine geçmesi…

        Bir başka tanımla, bir zamanlar Türkiye için de önerilen, Sivas ve Erzurum kongrelerinde şiddetle karşı çıkılan manda düzeninin yeniden hortlatılması…

        Orta Doğu ve Asya gezisine Türkiye’yi de son anda dahil eden ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın çantasında da bu model bulunuyor.

        Milletler Cemiyeti’nin 1919’da bir maddesi haline de getirilen model, Osmanlı sınırları içinde bulunan devletler için planlanmıştı…

        Buna göre Osmanlı içindeki devletler A, B, C diye üç kategoriye ayrılırken, Irak ve Filistin mandasının modeli de bugüne benzer şekilde ortaya konuluyordu…

        Buna Arap ülkeleri diye tanımlanan Irak, Suriye, Filistin, Ürdün A sınıfı devletler kategorisine konuluyor, yönetimleri de İngiltere, Fransa ve ABD’ye bırakılıyordu.

        Benzer şekilde B sınıfı olarak tanımladıkları Afrika’daki sömürgeler ise Almanya, Belçika, Fransa ve İngiltere arasında pay ediliyordu.

        Okyanusya’daki bazı adalar ve Güney Batı Afrika bölgesinde kalan ülkeler C grubunda tanımlanırken, öngörülen manda yönetimleri de diğerlerinden farklı değildi…

        KÖTÜLÜĞÜN ŞEFFAFLIĞINDA

        Peki, bir asır sonra uygulanabilir mi?

        Bu arayışta olanların öncelikle Filistin’in bir ülke olduğunu, sınırlarının, vatandaşlarının, kanunlarının, yöneticilerinin bulunduğu gerçeğini kabul etmekle işe başlaması gerekir…

        Oysa ne sınırlarını tanımayıp parçalayan, yurttaşlarının evini gasp eden veya başlarına bomba yağdıranlar görüyor; ne de insandışılaştıranlar…

        Çözümsüzlük de burada başlıyor…

        İsrail, bir zamanlar Nazi kamplarındaki dikenli teller önünde zayıf bedenleri ile insansızlaştırılan atalarına yapılan tutumun benzerini bir asırdır Filistinlilere uyguluyor.

        Hem de insanın, insana dair sağlıklı ilişkilerinin yerle yeksan edildiği kötülüğün şeffaflığında…