Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muharrem Sarıkaya Atatürk'ün etik, kültür ve hukuk mirası…

        GÜNEŞLİ bir sonbahar sabahı, Hasan Rıza Soyak izin alarak Dolmabahçe’deki odasına girmişti.

        Tarih 5 Eylül Pazartesi’yi gösteriyordu.

        Ertesi gün, daha önce kararlaştırıldığı gibi 6 Eylül’de Fransız Doktor Noel Fiessinger üçünce kez İstanbul’a gelip, karnından 6 litre su almasının bir gün öncesiydi.

        Mustafa Kemal Atatürk yatağında başı biraz yüksekte sırt üstü yatıyordu…

        Odayı solgun bir güneş kaplamıştı.

        Karnında biriken su rahatsızlığını yüzüne vuruyordu.

        Yüzü fildişi rengindeydi...

        Başını hafifçe çevirdi, Genel Sekreter Soyak’a yatağın ayakucuna oturmasını işaret etti…

        Ve her zamanki sorusunu yineledi:

        “Ne haber?”

        Genel Sekreter son 24 saatte iç ve dış konulara dair gelen haberleri özetledi.

        Atatürk düşünceli ve endişeli görünüyordu...

        Haberlerle ilgili bazı soruları oldu ve kısa cümlelerle düşüncelerini söyledi ve sonra sağ elini uzattı...

        Doktorlar, gerekli olmadıkça kendisini zorlamasını yasakladıklarından Genel Sekreter elini tuttu.

        Doğrulmasına ve yatağın içine bağdaş kurarak oturmasına yardım etti.

        Birkaç dakika yine denize ve karşı sahile baktı...

        Heyecanını yenmeye çalışıyordu.

        Gözlerini çevirdiğinde kirpikleri ıslanmıştı...

        Başını öne eğdi ve yavaş yavaş konuya girdi:

        “Bu yolda konuşmak benim için de senin için de ağır bir şey ama başka çaremiz yoktur. Konuşmaya mecburuz çocuk. Hani seninle ara sıra bir işimizden söz ederdik, hatta bunun için bir özel kanun çıkarılmıştı. Şu vasiyetname meselesi... ‘Bugün yarın o işi bitirmeliyiz, ihtiyatlı olalım’ dedi...”

        VASİYETNAME HASSASİYETİ…

        Bu konu son 5 - 6 yıldır ara sıra gündemindeydi…

        Genel Sekreter Soyak acı hakikati biliyordu fakat yine de sarsılmış içinden yumak gibi bir şey kabarıp boğazını tıkamıştı.

        Güçlükle şu yanıtı verdi.

        “Emrinizi sırf öteden beri düşündüğümüz bir şey olduğu itibarıyla dinliyorum. Yoksa buna şimdi hiç lüzum yoktur. Yapılacak şey gayet basit bir işlemdir. Buyurduğunuz tehlike katiyen varit değildir…”

        Atatürk kararlıydı ve kesin bir ifade ile konuştu:

        “Her ne ise şimdi lüzum münakaşasını bırakalım da bunu mutlaka yapalım. Mal olarak nemiz varsa derhal bir listesini yap, bana getir…”

        Genel Sekreter odadan çıktı, ofisindeki defterlere ve kayıtlara göre listeyi hazırladı ve kendisine takdim etti.

        Atatürk listeyi inceledikten sonra şunları söyledi:

        “Bunları ikiye ayıracağız. Bir kısmı hayatta bulunduğumuz sürece üzerimizde kalması lazım gelenlerdir. Para hisse senetleri Çankaya’daki Köşk ile eşyaları gibi. Yapacağımız vesikaya işte bunları koyacağız. Diğerlerini yani Çankaya’dan başka yerlerdeki evleri ve emlaki Ankara’ya döner dönmez mahalli belediyelerine veya diğer kurumlara verir, işlemlerini de yaptırırız…”

        Konunun, konuşmalarında hep “ev” diye tanımladığı Çankaya Köşkü’nde duyulmasını istemiyordu…

        “Gizli kalmasına itina göstermesi için tembihte bulundu…”

        Vasiyetnamesini bizzat yazdı…

        Büyük harflerle ve kendisinin talimatlarına göre hazırlanmış müsveddeyi dikkatle okuduktan sonra, önüne aldığı ayaklı yemek tablasını masa gibi kullanarak vasiyetnamesini yazarken ara sıra müsveddeye bakıyordu.

        Çok sakindi...

        AFET İNAN HASSASİYETİ

        Eşsiz muhakeme ve nezaketi burada da kendini göstermişti.

        Örnek olarak bir maddede aylık bağlanmasını istediği kadınlardan beşinin soyadları yazılıydı.

        Yalnız Bayan Afet’in (İnan) soyadı yoktu.

        O ailesinin soyadını kullanmıyordu.

        Henüz başka bir ad da almamıştı.

        Bunu görünce diğerlerinin soyadlarını da yazmadı.

        Yine aynı maddede “vefatlarına kadar” ibaresi vardı, bunun yerine “yaşadıkları müddetçe” kaydını koydu.

        Ona göre yaşamak esastı.

        Bir vasiyetnamede dahi olsa bir insanın ölümünden söz etmeyi nezakete ve iyilik dilemeye uygun bulmuyordu.

        Kız kardeşinin Çankaya’da oturduğu eve ait maddede “ikametine müsaade edilecektir” deniliyordu.

        Bunu “emrinde kalacaktır” şeklinde değiştirdi…

        “Müsveddeyi de buna göre tashih etmeyi unutma” diyerek vasiyetnameyi Hasan Rıza Soyak’a verdi.

        Genel Sekreter düzeltmeleri hemen orada yaptı.

        Vasiyetname son şeklini almıştı.

        Belgeye 5 Eylül 1938 tarihini düştü ve imzasını koydu…

        Büyük bir yük üzerinden kalkmış gibi rahatlamıştı…

        Sadece yaşamı sürecinde yetecek ve barınacak kadarı nakit parayı ve Çankaya’daki evi kendisinde bıraktı; diğerler varlıklarını partiye, belediyelere, başta Türk Dil ve Tarih kurumları olmak üzere kurumlara dağıtılmasını sağladı.

        Toplam 6 maddeden oluşan vasiyetine kardeşleri ve manevi evlatlarının yanında, milli mücadeledeki en yakın arkadaşı İsmet İnönü’nün çocuklarının eğitim giderlerinin karşılanmasını da ekledi…

        Her bir şey kuralına göre yapılmıştı…

        ATATÜRK’ÜN ETİK MİRASI

        Bütün bunları daha yeni çıkan, dili ve anlatımıyla bir çırpıda kendini okutan Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in “Atatürk ve Etik Mirası” isimli kitaptan alıntıladım…

        Sadece iki yerine tarihleri eklemekle yetindim…

        Şurası açık ki, Atatürk ile ilgili en ayrıntılı bilgi ve araştırmaya sahip kişilerin başında Prof. Dr. Özdemir gelir…

        Prof. Dr. Hikmet Özdemir, çok uzun araştırmalar ve belge toplamalar sonrasında 4 yıl önce, 2019’da da “Savaşta ve Barışta Atatürk” kitabını yayınlamış, o güne kadar ileri sürülen birçok hurafeyi belgeleri ile çürütmüştü…

        Bu kitap da bir o kadar kıymetli…

        Çünkü Atatürk’ün kültür, etik ve hukuk konularındaki yaklaşımını net görme olanağını belgeleri ile sunuyor.

        Özellikle de bugün en çok konuştuğumuz iki konuda, Filistin ve hukuk içinde yargının oluşumu konusundaki yaklaşımlarını çok net görme olanağını veriyor.

        FİLİSTİN CEPHESİNDEKİ RESTİ

        Tam 85 yıl önce bugün Hakka yürürken, gerisinde nasıl temiz bir mazi bıraktığının örneklerini veriyor.

        Filistin bugünkü duruma geleceğini o günden görüyor…

        Hatta Ordu Komutanlığı görevinden istifasının da gerekçesi olarak gösteriyor.

        Bağdat, Filistin ve Sina konusundaki kaygılarını dile getirmeye 1914’te başlayıp, 1918’de İngilizlerin işgaliyle sonuçlandığı sürecin her bir adımında kayda geçiriyor…

        Her bir adımda asker kimliğinin getirdiği etik değerlerden bir adım geri atmıyor.

        Hatta 7. Ordu Komutanı iken ülkenin genel gidişatının çok kötü olduğu, Almanlar ile yapılan askeri anlaşmanın Osmanlı Devletine olumsuz yansıyacağını bizzat Saray’a gönderdiği raporlarda dile getiriyor.

        Almanların hassasiyetinin Osmanlı Devleti değil, bölgedeki petrol ve kıymetli madenler olduğunu vurguluyor…

        Nitekim 2 Ağustos 1914’te Osmanlı Devleti’nin Almanlar ile açık ve gizli anlaşmalarla oluşturduğu Yıldırım Ordular Grubu komutanlığının Alman General Falkenhayn’a bırakılmış olmasını hiç içselleştirmiyor.

        Ordu Komutanı olarak yazdığı raporlarda doğrudan bizzat bağlı olduğu Yıldırım Ordular Komutanı General Falkenhayn’a da ayar çekiyor.

        Suriye ve Libya cephelerinden edindiği tecrübeler ışığında, Alman komutanların bölgedeki Arap aşiretleri ile doğrudan temas kurmaması gerektiği konusunda uyarıda bulunuyor.

        Tam da öngördüğü gibi oluyor…

        Bağdat, Filistin, Sina’daki Osmanlı birliklerini geri çekmek; İngilizlerin bölgedeki işini kolaylaştırmak için Çanakkale saldırısı başlatılıyor...

        Mustafa Kemal, uyarıları dikkate alınmayınca 7. Ordu Komutanlığından istifasını sunup İstanbul’a dönüyor.

        Kısa süre sonra da Veliaht Vahdettin’in trenle gerçekleştirdiği Almanya gezisine katılıyor.

        Her şey Mustafa Kemal’in kaygılarındaki gibi ilerliyor, İngilizler önce Bağdat, ardından Filistin’e giriyor...

        Karargahlarındaki tavırlarında da net görüldüğü gibi Türklerden gelen uyarıları dikkate almayan Alman kuvvetleri 1917’den itibaren başlayan Filistin geri çekilmesini 1918 Ekim sonunda tamamlıyor.

        “O GÜN ADANA’DAN BAŞLATACAKTIM…”

        Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Alman General Otto Liman von Sanders’e telgraf çekerek Yıldırım Ordular Komutanlığını, o dönem 7’inci Ordu Komutanlığına tekrar atanmış olan Mustafa Kemal’e devretmesini emrediyor.

        Mustafa Kemal, kendi güçlerini çok daha büyük zarara uğramadan kurtarırken, Almanlar çok büyük zayiat veriyor.

        Yıldırım Orduları Komutanlığı ise 8 gün sürüyor, 31 Ekim 1918’de Adana’da iken Mondros Mütarekesi imzalanıyor…

        Mustafa Kemal bu duruma çok öfkelenip istifasını veriyor.

        Yıllar sonra Adana gezisinde, “Milli Mücadeleyi o gün Adana’dan başlatmak arzusundaydım, ancak bazı nedenler buna engel oldu” diye açıklıyor.

        O gün aklına koyduğunu çok değil, 7 ay sonra hayata geçirmek için Samsun’a çıkıyor…

        Öğrencilik yıllarından itibaren hissedilen, askerliği döneminde belirginleşen etik davranışını Milli Mücadele sonrasında da kararlı şekilde sürdürüyor...

        DEVRİM DÖRT ÖĞEYLE OLUR

        Prof. Dr. Özdemir gibi Prof. Dr. Ahmet Mumcu da Atatürk’ün etik, kültür ve hukuka olan bağına vurgu yapıyor…

        Prof. Dr. Mumcu’nun da altını çizdiği gibi kültür ve hukuk bir bütünün ayrılmaz parçasıdır.

        Atatürk de tıpkı alfabe devriminde olduğu gibi bir kültür yeniliği getirir…

        Peki, kültür nedir?

        Ünlü kültür tarihçisi Will Durant, “Kültür, yaratıcı faaliyeti özendiren, gelişmesini kolaylaştıran toplumsal düzendir” diye tanımlar.

        Prof. Dr. Mumcu’nun da altını çizdiği gibi “bir toplumda yaratılmış değerlerin bütünü” biçiminde de tanımlanan bu bakış, hukukçuların anlayışıyla da örtüşür.

        Atatürk, bu anlamda yaratıcılığın olmadığı yerde gelişmeden söz edilemeyeceğini belirterek harekete geçer.

        Çünkü “Kültür değerleri” ile onu doğuran düzen, iç içe geçmiştir; o düzen olmazsa, değerler de yaşam ortamı bulamaz.

        Bu değerlerin ortaya çıkması için coğrafya ve jeopolitiğin uygunluğunun yanında, dört ana ögenin oluşması gerekir.

        Bunlar, “toplum ekonomik bakımdan kendini güçlendirebilecek bir düzeyde bulunması; siyasal- hukuksal örgütleşmeye kavuşması; ahlak yapısının belli değerlere bağlılığı ve bilgi ile sanata erişme çabasının” olması şeklinde sıralanır.

        Bu değerlerin hepsi veya bir bölümü topluma benimsetilirse esaslı bir kültür değişikliği ortaya çıkar; inkılap veya devrim ancak o zaman gerçekleşir…

        Yoksa çoğu ülkede olduğu gibi yarım kalır; tahakküm altındaki toplumsal gelişmeye yol açar…

        PETRO, MUTSOHİTO VE MUSTAFA KEMAL

        Prof. Dr. Ahmet Mumcu da buna örnek olarak Büyük Petro’nun (1689-1725) Rusya’da; İmparator Mutsohito’nun (1868-1912) Japonya’da ve Atatürk’ün Türkiye’de yaptığı değişimi örnek gösterir.

        Her üçü de ekonomi, hukuk ve bilim, sanat öğesinin tamamında değişim için yola çıktı, ancak belli sayıda değişiklikle yetindi.

        Örneğin Petro Rusya’da önceliği bilim ve sanat anlayışına verdi, hukuku sonraya bıraktı; ülkesini Avrupa kültür çevresinin içine itme başarısını gösterdi.

        Sonrasında Sosyalist Devrim ile dört öğe birlikte değiştirilmek istendi ancak Lenin’in de eserlerinde altını çizdiği ahlak değerlerinin yapısını değiştirmekte zorlandı; diğer üç öğe ile yetinmek zorunda kaldı.

        Mutsohito ise hukuk ve bilim-sanat öğelerini değiştirdi; ilk sırayı da bilime verdi.

        Bu temel 100 yıl içinde Japon kültüründe önemli bir değişimi yarattı ve gelişmesini sağladı.

        Japonlarda toplumsal yaşama süreci içinde gelişen ahlak değeri de zaten vardı ve kültürün üçüncü öğesini oluşturdu.

        Dikkat çeken ise bütün ülkelerde aranan inkılaplarda birinci maddeye hukukun konulması…

        Bu Japonya örneğinde de çok açık şekilde karşımıza çıktı.

        Çünkü kültür bir düzendir; hukuk sisteminin amaca uygun biçimde işleve kavuşturulması ile düzenin sağlanması mümkündür.

        Onun için önce hukuk sistemi değiştirilir ki kültürel değişim hızla gerçekleşebilsin…

        HUKUK VE BİLİMDE İNKİLAP

        Atatürk de Ankara Hukuk Fakültesi’nin 5 Kasım 1925’teki açılışında yaptığı söylevde ve sonrasındaki sohbetlerinde hukuku ve adalete birlikte atıf yapar…

        Hukukun yanına da tıpkı Japonlarda olduğu gibi bilimi koyar; kendisinin de altını çizdiği gibi 1453’te İstanbul’u fetheden bir milletin, matbaanın girişine izin vermediği için nasıl geride kaldığını anımsatır.

        O nedenle arada kalan bu süreci batının insan haklarına ve laikliğe dayalı hukukunda bulur ve şu noktaya dikkat çeker:

        “Bundan dolayı hiçbir ulusun hukuku ulusal ruh ürünü değildir.

        Uluslar birbirlerinin hukuk sistemlerinden hem dolaylı, hem de dolaysız biçimde etkilenirler…”

        Medeni Hukukta yaptığı büyük değişimden yola çıkarak da “Dünyada mevcut bilcümle medeni devletlerin kanunu medenileri, hemen yekdiğerinin pek yakınıdır…” diye de ekler…

        Millilik duygusu altında gelişmiş ülke hukuklarından etkilenmeyen toplumların içe büzük halde kaldığına yönelik çok örnek mevcuttur…

        Hakka yürümesinin üzerinden 85 yıl geçti…

        O’nun kültüre, onun ayrılmaz unsuru hukuka olan inancının anlamak, bugün çok daha önem arz ediyor…

        Özlem ve saygıyla anıyorum…