Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Gazoz deyince benim aklıma; tavanı gökyüzü olan bir yazlık sinema gelir. Bir yıldız kayar semada, dilek mi tutsam filme mi ağlasam, seyirci kararsız kalır. Beleş film seyre çıkmış bir çocuk düşer ağaçtan; bıçak değer, bir karpuz yarılır balkonda; bir renkli ampul söner asılı olduğu duvarda; geceye serinlik düşer, sinemadan yükselen masalsı hale, şehrin üstünü perde perde yayılır.

        İlle de yaz gecesidir. Karpuz sergisinde gürültülü bir lüküs yanar. “Senin annen bir melekti yavrum,” repliğinin döktürdüğü gözyaşı, o zamana kadar serinlik vermiş olan eldeki boş gazoz şişesinin üstüne usulcacık düşer.

        *

        Gazoz deyince benim aklıma zamanın kırılan mührü gelir, serbest kalır her şey. Şimdiki zamandan kopan insan gelir. Gizli bir hatıranın içinde kaybolmak gelir. Bir bekleyiş gelir. Bir duvar dibinde, bir bakkal önünde, bir kır kahvesinde tahta bir masada oturan insan gelir. Nerede olduğunu hatırlaması gelir insanın, bir düşten uyanmak gelir, bir düşün içinde kaybolmak gelir. İçilen gazoz bitince yaz bitmez ama yaza dair yarım kalmış bir cümle tamamlanır, tahta masada kalan boş şişenin içine bir hatıra hissettirmeden girip saklanır.

        *

        Gazoz deyince benim aklıma Turgut Uyar’ın “Edirnekapı Üstüne Şiir”indeki “Vaiz sokağı” gelir, “köşe başında duran güzel kız” gelir, ona uzaktan bakan delikanlı gelir. Köşedeki bakkal gelir, önüne koyduğu soğutucu gelir, soğutucunun içindeki renk renk şişeler gelir, o kızın renkli hayalleri gelir, delikanlının ürkek bakışları gelir. O şiirdeki “iki oda bir sofa”, “Kapıda at nalından, sarımsaktan bir nazarlık/Önümüzde kaleler, arkasında mezarlık” o ev gelir. “Vaiz sokağındaki” o eve benzer “ferah, aydınlık” bir evin düşünü kuran, “bir radyo alıp”, “saçağında kırlangıçların yuva yaptığı, “yakın sinema bahçesinden” seslerin geldiği o eve yerleşmek isteyen, akşamları pencereye geçip, “boy boy sardunyalar, fesleğenler/ Boy boy bulutlar” seyretmek isteyen o küçük adam gelir.

        Gazoz deyince benim aklıma dünyalar dolusu mutluluktan küçücük bir parça nasiplenip onu dünyanın bütün mutluluğu sanan Sait Faik’in gönlü geniş kahramanları gelir, “Bir gazoz söyledik, sustuk,” diyen nefsi tok balıkçılar gelir, kahvenin önünden geçen okulu kırmış cıvıl cıvıl bir çocuk gelir, o çocuğun gözündeki ışıltı gelir. Orhan Kemal’in yoksullukla çevrili küçücük dünyalarında, o kesif yoksulluğun içinde bir nebze soluklanmak gelir, işçi çocuklarının hep mahrum kaldıkları, hep özlem duydukları gazozu içince, içlerinde patlayan yüzbinlerce baloncuk gelir. Muzaffer İzgü’nün hikayelerindeki fakir çocuklar gelir, elindeki balon kaçıp Allah’a doğru yükselirken, ağlamasın diye babasının eline tutuşturduğu teselli mahiyetindeki beyaz şişe gelir. Mustafa Kutlu’nun hikayelerindeki hayatlarından razı insanların, kanaatkâr hayatlarının sessiz neşesi gelir, “Gazozlar açıldı, çocuklar sustu,” cümlesi gelir. Sabahattin Kudret Aksal’ın “Gazoz Ağacı” hikayesindeki, pencerenin önündeki masada, pencereden dışarıyı, karşı apartmanın penceresini gören yerde oturan, orada aşık olduğu kızı “alıp güney denizlerinde yolculuğa çıkaran, adım adım bildiği Pasifik adalarında dolaştıran, kızın göreceği yeni şeyler karşısındaki sevinciyle sevinen, şaşkınlığıyla heyecanlanan bir serüven adamı gibi içten içe böbürlenip” hayaller kuran, kiminle hangi oyunu oynarsa oynasın bir gözü hep pencerede, aklı hep hayallerinde olduğundan bütün oyunları kaybedip kahvedeki herkese gazoz ısmarlamak zorunda kalan o işsiz güçsüz cömert adam gelir. Cahit Sıtkı’nın “para sayıp” çocukluğunu “satın aldığı” “Affan Dede”si gelir, o “bahar havası, o “bahçe/havuzda su şırıl şırıl”, “uçurtma”sı “bulutlardan yüce”, zıpzıpları pırıl pırıl” durmadan dönen “çemberi”, keşke “hiç bitmese horoz şekeri” diye hayıflandığı çocukluğu gelir. Gazoz deyince benim aklıma Ziya Osman Saba’nın “Hayat Cümbüşü” gelir. “Yollar geçilmiyor çocuk arabalarından”, deniz kıyısı tıklım tıkış, “sevdalılar tutuşmuş el ele”, “bir delikanlının kolunda nişanlısı”, “aşk fısıltısı,” karışmış “yaprak hışırtıs”na… Çayırlar yeşil, deniz mavi, çınlıyor her yerde “genç kız kahkahası, çocuk gülüşü”, “bir annenin yavrusunu öpüşü”, “bir hayat cümbüşü”, bir bayram sevinci, hepsinin üstünde, bütün saadetlerin altında toplandığı gökyüzü gelir. Gazoz deyince benim aklıma Yüksel Aksu’nun, ağız dolusu gülmek için sinemaya gidip zırıl zırıl ağlayarak çıktığımız “İftarlık Gazoz” filmi gelir. O filmde Adem ölünce mezarına atılan avuç avuç gazoz kapakları gelir. Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” romanında “Siz her şeye layıksınız” sloganıyla piyasaya çıkan, “O günlerin mutlu, neşeli ve rahat havasını ve iyimserliğimizi hatırlatan ilk Türk meyveli gazozu Meltem’in gazete ilanlarının” çıktığı zamanlarda Kemal’in Füsun’a duyduğu o marazi, yıkıcı, yakıcı aşk gelir; aynı romanda “hem ayakkabı çekeceği hem gazoz açacağı alet” gelir.

        *

        Gazoz deyince benim aklıma kıt harçlıkla alınan ama tadı hiçbir parayla satın alınmayacak bir çocukluk iksiri gelir. Elinde şişesiyle; çift kale maç yapan diğer çocukların oyuna almadıkları, herkese ısmarlayınca oyuna giren zengin bir aileden bir çocuk gelir. Siyah-beyaz yılların Türkiye’si gelir. Duvarlarla çevrili, korunaklı sitelerin olmadığı, bütün çocukların “sokak çocuğu” olmanın ayrıcalığını yaşadığı eski zamanlar gelir. Rengarenk, dizi dizi floresan lambaların, bahçesindeki meyve ağaçlarının dalları arasında damar damar yayıldığı, yerlerde çakıl taşı, duvar diplerini begonya, ortaca, hanımeli, kasımpatı, şebboyların süslediği, duvarlarına sarmaşıkların yürüdüğü, gramofonda veya teypte Şükran Ay’ın “Kalbimi kıra kıra”, Esengül’ün “Taht kurmuşsun kalbime”, Neşe Karaböcek’in “Duydum ki unutmuşsun”, Müslüm Gürses’in “Sevda yüklü kervanlar”ı söylediği, yaz akşamlarında çoluk çocuk kadın erkek hep birlikte oturup yarenlik ettiği mekanlar gelir. “Ölüm Allah’ın emri/ayrılık olmasaydı” şarkısı gelir, “Ya beni de götür ya sen de gitme” türküsü gelir. Hep “pazar yeri gibi dağınık” ama mektup alınca, oğlan askere gidince, kız gelin olunca, bir de “Üsküdar’da Kazım’ın türküsü” söylenince efkarlanan şahane ülkem Türkiye gelir.

        *

        Gazoz deyince benim aklıma, hep güneşli, uzun, çok uzun, hiç bitmeyen bir yaz öğleden sonrası gelir. Dondurmanın su katılmamış sütten yapıldığı zamanlar gelir. “Çık dağlara kar getir/Mendiline koy getir” diye aşkını sınamaya kalkışan huzursuz bir aşık gelir. Bir şeyi beklemenin armağanı gelir. Yaz tatillerinin çocuksu sıkıntısı gelir. Düşerken yaralanan bir diz gelir. Akşamüstü susuzluğu gelir. Anneden gizli içilen yüz binlerce baloncuk gelir. Dilde silinmeyen hafif bir yanma gelir. Dudakta asılı kalan bir köpük gelir. Geçen ama izi kalan, boğazı değil, içi serinleten bir şey gelir. Unutulmamış saklı bir hatıra gelir. Aroması zaman olan tatlı, hıçkırtan bir şey gelir. Geçmişten süzülüp gelen masumiyet gelir. Henüz ağırlaşmamış hayatın hafif yükü gelir. Her şeyin daha kolay olduğu kayıp bir zaman gelir. Şu dağın ardında ne var merakı gelir. Mutluluğun küçücük, ferahlığın kocaman olduğu bir nefes aralığı gelir. İçince değil, hatırlandıkça içi ferahlatan bir şey gelir.

        “Bir edalı yar gelir.”

        *

        Gazoz deyince benim aklıma bütün bunlar gelir. Umarım sizin aklınıza daha fazlası gelir. Ama gazoz deyince faşistlerinin aklına; bir futbol maçında tribündekilerin; 12 Eylül sonrasında, henüz yirmi yaşındayken kocası Diyarbekir cezaevine atıldığı günden itibaren, tam on senesini Türkiye hapishanelerinin kapılarında geçirmiş, Türkçeyi bu yolculuklarda ve hapishane kapılarında öğrenmiş, çocuklarını tek başına büyütmüş, milletvekili seçilir seçilmez “bu yemini Türk ve Kürt halkının kardeşliği için ediyorum” dediği için tam on sene hapis yatmış, çektiği hiçbir eziyetten şikayet etmemiş, en zor zamanlarda bile çözümü yine de “birlikte yaşamada” görmüş, vicdan sahibi herkesin ve sağcısı solcusu, laiki dindarı neredeyse bütün Kürtlerin bir “onur abidesi” olarak gördüğü Leyla Zana’ya; kendi analarına bacılarına edilse utançtan yerin dibine geçecekleri galiz bir küfrü hep birlikte utanmadan alenen edenlere destek vermek için içtikleri, Türkçesi “zıkkımın kökü”, Kürtçesi “quzilqurt” olan bir müskirat gelir.

        Faşistler ne hayata ne de anılara saygı duyar; bu yüzden bizim aklımıza gelen onların aklına ziyan gelir.