“Terörsüz Türkiye” süreci bir yılın sonunda hem umut hem tereddüt üreten pek çok eşiği arka arkaya geçti. PKK’nın kendisini feshetmesini gördük, silahların yakıldığını gördük. Ben de bu süreci var gücümle destekledim; bir ülkenin enerjisini, psikolojisini, nefesini tüketen şiddetin sona ermesini yürekten istedim.
Meclis’te kurulan komisyon —başlangıç itibarıyla— önemli ve gerekli bir adımdı. İşe de yaradı.
An itibariyle bazı mağaraların PKK tarafından boşaltıldığı haberleri geliyor. Yani PKK’nın, sayılar, silahlar konusunda bilemediğimiz teyit edemediğimiz araçlar kullanarak da olsa, silah bırakma çağrısına uyduğunu anlıyoruz.
Ancak örgütün komutanları bir siyasi başarı öyküsü yazmak için verdikleri savaşı mutlak surette ‘kazanmış’ gibi demeçler vermesi çok açıktır ki, süreç hakkındaki gölgeleri büyütüyor.
Zira bakın, meclis komisyonunun görevlendirdiği üç ismin İmralı ziyareti bile ne kadar toz kaldırdı. Bu ziyaret, yalnızca CHP tabanında değil; AK Parti ve MHP tabanlarında da rahatsızlık üretti. Nedeni gayet anlaşılır. Toplumun rızasını inşa edebilecek kişiler ya hiç konuşmadı ya da etkili gerekçelendirme yapamadı. Eh çünkü Türkiye, “barış lügatinin” değil, “çatışma lügatinin”; barışın pedagojisine karşı “terörle mücadele” hatıratının diri olduğu bir ülke. Üstelik karşı görüşlerin özgürce tartışıldığı medya platformlarının az sayıda oluşu, halkın süreçle senkronize olabilmesini ve kaygıların zamana yayılıp azalmasını engelliyor.
PKK için ise böyle bir engel yok. Onlar seslerini duyurabiliyorlar, ama duyurma biçimleri sürece en ufak katkı sağlamıyor.
KCK Sözcüsü Zagros Hiwa, örneğin:
“Türkiye, 10 yılın sonunda Kürt Özgürlük Hareketi’ni ortadan kaldıramayacağını ve Abdullah Öcalan’ın özgürlük ve demokrasi iradesini kıramayacağını anladı.” açıklamasını yaptı.
PKK’nın Kandil’deki en belirgin simalarından Bese Hozat ise şöyle konuştu:
“Türkiye bu süreci geliştirmezse Türkiye’nin geleceği çok karanlıktır. PKK kadroları af maf istemiyor. Eve dönüş yasası falan da istemiyor. Af, suç işleyenler için yapılır. Biz suç işlememişiz ki af isteyelim.”
Hozat’ın 2013 sürecini sabote eden başlıca figürlerden biri olduğu hatırlanırsa, açıklamaların küçümsenmesi mümkün değil. Kendisinin hem “eve dönmeyi istemeyip” hem “ siyaset yapmak istemesi” hayli garip. Demek ki “ev” olarak tarif ettiği yer Türkiye değil. Örgüt üyelerinin bundan haberi var mı? Varsa DEM neden eve dönüş yasası için çırpınıyor?
Böyle bir tutarsızlık ve odaksızlık hali var.
Örgütün yöneticilerinden Amed Malazgirt ve Şerda Mazlum Gabar’ın, “Abdullah Öcalan serbest bırakılana kadar başka adım atmayacağız” sözleri de aynı derecede problemli.
Peki dağdaki militanın görüşü neden önemli? Şundan: Öcalan’ın çağrısının etkisi test edildi ve sonuç ürettiği anlaşıldı . Başka türlü silah bırakma yoluna girilmezdi. Ancak bu tür açıklamalar o etki,sanıldığı kadar geniş spektrumlu değil mi, ya da daha önemlisi bu militanlar hangi sebepten, nasıl bir beklenti yükselttiler ki şimdi hoşnutsuz açıklamalar yapıyorlar gibi şüphelere neden oluyor.
BARZANİ’NİN TUTUMU SÜRECİN SABRINI TEST ETTİ
Barzani’nin silahlı korumalarıyla yaptığı ziyaret de gerilim yarattı. Ancak korumaların silah ve kas showundan daha fena olanı, olayı“rezalet” olarak nitelendiren Bahçeli’ye verilen saygısız cevaptı. Yıllardır dost kabul edilen IKBY yönetiminin tutumu ‘yaa olur öyle şeyler ” denilerek hafife alınacak bir konu değil.
Önce AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda açıkça tavır aldılar ve Bahçeli’nin hukukunu korudular.
Gelgelelim Barzani tarafının söyleyecekleri bitmemişti. Neçirvan Barzani PKK’nın Suriye kolu olan SDG için şöyle dedi:
“Ahmed eş-Şara, Suriye için son şans. İktidarın ademi merkeziyetçi olması Suriye için hayati önem taşıyor. SDG olağanüstü bedeller ödedi. Onlardan silahlarını bırakıp, üniformalarını çıkarıp, entegrasyonları için hiçbir garanti verilmeden bireysel olarak topluma karışmalarını bekleyemezsiniz.”
Bu sözlerin, şimdiye dek sıralanan tüm sorunlardan daha sabote edici olduğu açık. Çünkü SDG meselesi, Suriye sahasının düğümlendiği noktanın ta kendisi. Öcalan’ın SDG’ye dolaylı olarak İsrail’den uzak dur mesajı verdiği iddia ediliyor -Bir gazete iddia ediyor- ama bir yandan da Gülistan Koçyiğit’in aktardıklarından anlıyoruz, Suriye’ye tavsiye edilen, bir dönem Türkiye için de savunulan şey ile aynı. Demokratik konfederalizm. Yani devletin küçüldüğü, yerelin güçlendiği bir model.
Oysa merkezi yönetimi güçlendirmezse Suriye’yi ayağa kaldıramayacak olan Şam yönetiminin böyle bir modele razı olmasını beklemek aşırı iyimserlik. Kaldı ki mevcut 107 sayılı kanuna göre Suriye’nin ademi merkeziyet niteliği zaten hatırı sayılır düzeyde. Şara’ya göre Suriye zaten %90 oranında ademi merkeziyetçi bir yer. Federasyon gibi idari özerklik yapıları için ise ille de olmaz demiyor, hazır değiliz diyor.
Bundan atı yedi ay önce Suriye’de federasyon ve benzeri bir idari örgütlenmenin çalışmayacağını, eğer olursa bunun İsrail’e yarayacağını ileri süren Tom Barrack’ın bu günlerde tam tersini söylemesi, “ulus devletler Ortadoğu’da olmuyor, bu coğrafyada aile, akraba, kavim var” diyerek mikro kimlikçiliği taltif ederek bölgeye kabileciliği uygun gördüğünü deklare eden bir yola girmesi de insanı düşündürtüyor tabii. Ortadoğuda ne çalışır ayrı konu ama Epstein mailbox’undan sızanlar iyi çalışmış.
BARIŞTAN ÖNCEKİ SON EŞİĞE GELDİK Mİ?
SDG’nin İsrail hattına çekilme çabaları bir yanda, Şam yönetiminin entegrasyon için verdiği Aralık ayının gelip çatmış olması bir yanda.
Kulislerde Mazlum Abdi’nin erteleme talep ettiği, Şara’nın ise bu talebi reddettiği de konuşuluyor.
Tüm bu karmaşa, odaksızlık ve sürecin ilerlediği zeminde gevşeme emareleri görülüyor olmasının önemli bir nedeni Suriye’deki entegrasyon gerilimi ve işin bu yönü anlaşılır.
Öte yandan meselenin ülke içine bakan tarafının ise daha etkili bir direksiyon ve yol tutuşuna ihtiyacı olduğu açık.
Vatandaş ne olursa süreç nihayete ermiş sayılacak, takip edilen yol haritası nerede ne zaman tamam olmuş olacak, bunları bilmek zorunda. Bu bilgi üzerinde hakkı var.
Çünkü sürecin başında dile getirilenlerle dışarda münfesih örgüt içerde DEM Partili siyasetçilerin talepleri ya da belki tam tersi, razı oldukları konular arasında boşluk ve uyumsuzluklar var. Bu durum ise sistemde köklü değişiklikler olacağı ama bunun halktan gizlendiği yolunda düşüncelere yol açıyor.
Unutulmamalı ki, “barış süreçleri” refah dönemlerinde daha kolay ilerler. Mevcut durumda toplumun böyle bir rahatlığı yok. Yüzbinlerce şehit ve gazi yakınını, ekonomik sorunlarla hayatını zor idame ettiren milyonlar, hukuk güvenliği bakımından baskı altına alındığını düşünen geniş bir kesim var.
Böyle bir müzakere hattı yoksa Kürtlerde oluşan beklenti ile sürecin başında çizilen koşulsuz şartsız silah bırakma çerçevesi arasındaki makas kapatılmalı.
Yok eğer böyle bir müzakere hattı varsa bunun sonradan istenmeyen reflekslerle kriminalize edilmemesi için şeffaf olunması şart.
Son yıllarda pek çok eleştiriye konu olmuş geniş “terör” tarifi hala zihinlerde ve hatta yürürlükte iken, on yıllardır uzlaşının değil çatışmanın pedagojisi ile siyaset yapılırken Kürt meselesi ile ilgili ya da Kürt meselesini de içeren daha geniş kapsamlara dair konuşma başlıklarının reel politiğe, bölgeciliğe, milliyetçiliğe ya da ümmetçiliğe toslamaması düşünülemez.
Her hâlükârda bu ‘süreç’ ve bilinmezliklerden kaynaklı endişeler meselenin gerektirdiği lügat ve literatürle konuşabilecek politikacılardan başlayarak kanaat önderlerinin yeni bir anlatı inşa etmesine ve toplumun bu anlatıya, o yeni hikayeye erişebilmesine bağlı.
Dediğim gibi, pedal dönüyor, ancak yolun uzadığı, yokuşun keskinleştiği de hesaba katılarak netlik, şeffaflık ve sorumluluk kavramları ışığında hareket edilmeli.