Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Milliyetçilik Nedir?

        Kavramın tanımlanmasında hakikate en yakın ifade; "politik örgütlenmenin temel odağına millet mefhumunun yerleştirilmesi" olarak görülebilir. Bu tanımlama iki önemli kabulü beraberinde getirmektedir. İlki, insanlığın birbirlerinden farklı milletlere doğal bir biçimde bölünmüş olduğu ve ikinci olarak da milletin siyasi idareyi kullanabilecek tek meşru otorite olduğudur. Bu halin tabii bir uzantısı olarak ulus-devlet yapısında milliyet ile yurttaşlık birbirlerine denk olacaklardı.

        Türkçeye millet, ulus gibi kelimelerle çevirdiğimiz nation sözcüğü, Latince kökenli olup, doğmuş olmak anlamına gelen "nasci" kökünden gelmektedir. "Natio" halinde iken, doğumun gerçekleştiği toprak bağlamında bir araya gelen bir grup insanı karşılamaktadır. Dolayısıyla "nation" sözcüğü bir insan topluluğunu belirtmekte ancak temelde herhangi bir siyasi içerik taşımamaktaydı. Terim, Andrew Heywood'un belirttiği gibi kişi veya grupların "milliyetçi" olarak nitelendirilmeye başlandığı 18. yüzyıl sonlarından itibaren siyasi bir içerik kazanmaya başlamıştır.

        Milliyetçilik, belirli bir siyasi irade gösteren bir insan topluluğuna aidiyet duyulması bağlamında ekseriyet tarafından hayli yeni (modern) bir olgu olarak görülmektedir. Bu modern olgunun kendisine dair genel kabulle ters orantılı bir başarısı söz konusudur. Craig Calhoun'nun Milliyetçilik adlı çalışmasında altını çizdiği üzere, milli kimlikleri ve bütün milliyetçi söylemi zaten çok eski zamanlardan beri varmış, sanki doğal bir olguymuş gibi kabul ettirebilmesi milliyetçiliğin çok ciddi bir başarısıdır. Bu yönüyle değeri bazılarınca hafife alınsa da insanlık tarihi açısından kritik bir öneme sahip olan milliyetçiliğin Calhoun'a göre üç boyutu bulunmaktadır. İlki, dünya genelinde insanları, isteklerini ve hayallerini milletle ilişkili bir biçimde tasavvur etmeye yönelten kültürel anlayışı ve retoriği üreten bir söylem olarak milliyetçiliktir. İkincisi; insanların kendilerini ait hissettikleri milletlerin çıkarlarını geliştirmek amacıyla, ya var olan bir devlet mekanizmasına daha fazla katılarak ya da ulusal özerklik talebi ile hareket ettikleri bir proje olarak milliyetçiliktir. Üçüncü boyut ise bir değerlendirme biçimine dönüşen milliyetçiliktir. Bu da ekseriyette, devlet politikası ile eş tutulur. Bir milletin diğerleri karşısındaki üstünlüğüne yapılan vurgu ile kendisini gösterir. Bu tür milliyetçilikte, yabancı düşmanlığı veya bir ulusa aşırı denebilecek seviyelerde bağlılık hissetme gibi özellikler görülebilmektedir.

        Milliyetçiliğe dair çok çeşitli varsayımların, farklı düşünce ve kavramsallaştırmaların olması, onun ne olduğuna ilişkin bir fikir ortaya atmayı da ciddi anlamda güçleştirmektedir. Bu yönüyle milliyetçiliğin birbirinden farklı bağlamlara işaret edecek şekilde kullanımları göze çarpmaktadır. Örneğin milli marşlar, seremoniler, milli bayraklar vasıtasıyla simgesel bir dil haline gelebilen milliyetçilik aynı zamanda bir ulusun doğuşunun öğretisi halinde de kullanılabilir. Milletin istençlerini ve sorunlarını kendisine öncelik haline getiren ve milletin selameti için mücadele veren bir ideoloji olabilirken, aynı zamanda Elie Kedourie'nin (ö. 1992) Avrupa'da Milliyetçilik adlı eserinde belirttiği gibi bir doktrin olarak da karşımıza çıkabilmektedir. Kedourie doktrin olarak milliyetçiliğin üç önemli boyutu olduğuna dikkat çekmiştir: 1. İnsanlık tabiiyeti itibarıyla milletlere ayrılmıştır, 2. Milletler anlaşılabilir belirgin özellikler taşırlar, 3. Meşru bir idare ancak milletin kendisine dayanmaktadır. Milliyetçilik bir millete aidiyet duygusu oluşturması amacına yönelik olarak bilinç durumu da oluşturmaktadır. Fakat milli bilinç oluşturma işlevi çeşitli ideolojiler açısından olumsuz bir nitelik teşkil edecek şekilde kullanılmasının da önünü açmıştır. Örneğin Marksizm çerçevesi içinde milliyetçilik işçi sınıfının devrimci sınıf bilincinin oluşmasını engelleyen yanlış bir bilinçlilik hali olarak tasvir edilmiştir. Buna karşın Anthony D. Smith (ö. 2016) Milli Kimlik adlı eserinde sınıf kavramının toplumun sadece belirli bir kısmını karşıladığını dolayısıyla bütünü kuşatamadığını ifade etmiştir. Eğer kapsamlı, tüm halkı kucaklayabilecek bir ortak kimlik meydana getirilmek isteniyorsa bunun sınıf veya başka herhangi ekonomik menfaatlere yönelik bir kavramdan ziyade, kapsayıcı bir kavram ile başarılabileceğini vurgulamaktadır. Bunun karşılığı da taraftarlarına kolektif bir aidiyet hissi bahşedebilen milletten başkası değildir. Bu aidiyet hissinin bir adım ötesine varan görüşlerde ise milliyetçilik modern çağın dini olarak kabul edilmektedir. Örneğin Carlton Hayes (ö. 1964), Milliyetçilik: Bir Din isimli çalışmasında din, komünizm ve milliyetçilikle ilgili bir mukayese yapar. Komünizmin de her ne kadar ateist olsa da bir dünya cenneti vadettiğini vurgular ve milliyetçiliğin komünizmde bulunmayan "sıcak ve dindarane bir karaktere sahip" olduğunun altını çizer. İnsanların sadece emek ile yaşamadığını, bir bütüne ait olma, geçmiş ile gelecek arasında bir köprü olma gibi niteliklere de sahip olması hasebiyle milliyetçiliğin insanlarda daha büyük ilgiye mazhar olduğunu ifade eder.

        Milliyetçiliğin bu denli farklı anlamlara gelecek şekilde kullanılmasını sağlayan bir etken de şüphesiz onun tarihsel gelişiminde uzamın etkilerinde bulunabilir. Zaman ve mekan farklılığının kavramı algılama ve yorumlama tarzları üzerindeki etkisi irdelenmesi gereken önemli bir olgudur. E. Hallet Carr (ö. 1982) Milliyetçilik ve Sonrası adlı çalışmasında, milliyetçiliğin gelişim seyrini üç dönem üzerinden incelemektedir. Bu dönemleştirmede Carr, iktisadi saiklerden hareket etmiştir. İlk dönem (Orta Çağ sonrası-1789) merkantilizm ile özdeşleşir. Merkantilizm, Orta Çağ'ın durağan ve kapalı ekonomik birimlerini aşarak, devleti ekonomik bir birim haline getirme gayreti içerisine girmiştir. Toprakların tümünü kapsayacak biçimde ticaret ve manifaktür üretimin gücünü yaymaya girişmiştir. Merkantilizm düşüncesinde pasta sabit olduğu için zenginliği arttırmanın yolu başka ülkelerden altın ve gümüş elde etmekti. Bu yönüyle savaşa açık bir tutum sergilenmekteydi. İkinci dönem (1789-1914) ekonomik açıdan laissez-faire anlayışının hakimiyet kurduğu bir süreçtir. Barışçıl bir düzen oluşturan bu uluslararası sistemde modern anlamda milliyetçiliğin kurucusu "millet" ile "halk" kavramlarını eşitleyen, onun bir hükümdarın kişiliğinde somutlaşmasını reddeden Jen-Jacques Rousseau (ö. 1778) olmuştur. Rousseau her ne kadar milliyetçilik kavramından bizzat söz etmese de "Genel İrade" kavramı modern anlamda milliyetçiliğin kilometre taşlarından birisi olmuştur. Ancak Napolyon ordularının Jena'da Prusya ordularını hezimete uğratmasıyla Almanya'da Fransız Aydınlanmacı anlayışına karşı Romantizm düşüncesi yükselmiş, akabinde milliyetçilik alanında da etkileri gözlemlenmiştir. Bu yenilginin yaşattığı travma neticesinde Fichte (ö. 1814) ve Herder (ö. 1803) gibi düşünürler Almanya'da önceliği folk (halk) kültürüne veren bir milliyetçilik tasavvuru geliştirmişlerdir. Amaçları, milli dilleri, edebiyatları, adetleri araştırarak milli ruh (volkgeist) dedikleri mefhumu canlandırmaktır.

        19. yüzyıl milliyetçiliğinin mizacı laissez-faire kuramı üzerine oluşturulmuş uluslararası sistem dolayısıyla barışçıldır. Yeni yapıda sürekli bir genişleme isteği söz konusu idi. Merkantilistlere göre pasta sabitti ancak laissez-faire düşünürlerine göre girişimcilik ve yaratıcılıkla pasta sürekli büyütülebilirdi. Bu durum boş alanların sömürülmesi sanayi ve tekniğin tüm dünyaya yayılmasını beraberinde getirdi. Giden sadece teknik değil aynı zamanda düşüncelerdi de. Ulusal bilinç denilen olgu süratle dünyanın dört bir yanına yayıldı.

        Üçüncü dönem (1914-1939) milliyetçiliğin felaketinin tüm dünyayı sarstığı dönemdir. Gümrük duvarlarının yükseltilmesi ve ulus-devletlerin sayısının devasa artışına paralel olarak, gelişmiş sanayi ülkelerinde işçi sınıflarının enternasyonalizm aleyhine milliyetçi dalgaya dahil olmaları sonucunda milliyetçilik 20. yüzyılda, bir önceki yüzyılda dışında bırakıldığı ekonomik alana girerek, milletin refahını arttırmaya dönük devletçi ekonomileri uluslararası sistemi yok etmek pahasına yükseltmiştir. Bu işlemler uluslararası ticareti daraltmış ve küçülen pazarlar için rekabeti arttırmıştır. Sonuç iki büyük dünya savaşıdır.

        Milliyetçiliğin izlediğimiz bu tarihsel seyri, farklı birçok bağlamda kullanılabilmesi, farklı ideolojilere eklemlenebilme kabiliyeti, ulusları sanki doğal birer varlıkmış ve daima varmış gibi gösterebilme başarısı, milliyetçilik ile ilgili kuramsal yaklaşımların da farklılaşmasını beraberinde getirmiştir. Birçok sınıflandırma olmakla birlikte Anthony D. Smith Milliyetçilik çalışmasında kuramsal yaklaşımları dörde ayırmıştır: İlkçilik (Primordialism), Daimicilik (Perennialism), Modernizm, Etno-Sembolizm. Umut Özkırımlı ise İlkçileri üçe ayırır: Doğalcılar, Biyolojik Yaklaşım ve Kültürel İlkçilik. İlkçiliğin genel varsayımları ulusların tarihsel olduğu ve etnik topluluklardan türediği dolayısıyla tarihin başından beri var olduğu yönündedir. İlkçiler özellikle etnik kimliğin ve onu oluşturan öğelerin değişmezliğini savunmalarından dolayı eleştirilirler. Daimiciler ise milletlerin yüzyıllardan beri var olduklarını ifade ederler. İlkçiler ile karıştırılmamalıdırlar. Daimiciler, ilkçilerin milletin oluşumuna ilişkin düşüncelerini genellikle benimsememeleri ile onlardan ayrışırlar. 

        Modernistleri ise tek bir çatı altında ortak bir açıklama ile bir araya getirmek pek mümkün gözükmemektedir. Onların ortak yönü milliyetçiliğin modern döneme ait bir kavram ve olgu olduğunu ileri sürmeleridir. Milliyetçiliğin modernist yorumları arasında en göze çarpanlardan biri şüphesiz Ernest Gellner'in (ö .1995) Uluslar ve Ulusçuluk isimli çalışmasıdır. Gellner söz konusu çalışmasında milliyetçiliği işlevselci bir paradigmadan ele alarak, tarım toplumunun durağanlığından sanayi toplumunun akışkanlığına geçişte, toplumsal ve siyasal dönüşümü sağlamada yüklendiği misyon üzerinden değerlendirmiştir. Bu yönüyle milliyetçiliğin modern (sanayileşmiş) toplum ile alakalı bir olgu olduğunu beyan etmiştir. Benedict Anderson'un (ö. 2015) Hayali Cemaatler adlı eseri ise milletlerin hayal edilmiş birer topluluk olduğunu, üyelerinin birbirlerini tanımadıkları halde özellikle basın kapitalizmi aracılığıyla her gün aynı duygulara ve düşüncelere sevk edildiklerini ileri sürmektedir. Eric Hobsbawm'da (ö. 2012) Milletler ve Milliyetçilik adlı çalışmasında milli kimliğin hakim sınıflar tarafından milliyetçilik ideolojisi vasıtasıyla kurgulandığını ve milletlerin de "icat edilmiş gelenekler" olduğunu iddia etmiştir. Dolayısıyla Hobsbawm'a göre milliyetçilik milletlerden önce gelir. Modernistler, milli bilincin ortaya çıkış tarihini doğru saptayamadıkları, insanların neden milletleri için canlarından vazgeçtiklerini açıklayamadıkları ve ekonomik indirgemecilik ile eleştirilmektedirler.

        Son olarak, en önemli temsilcisi Anthony D. Smith olan Etno-sembolcüler ise milliyetçiliğin her ne kadar modern bir kavram olduğunu kabul etseler de milletin gelişim süreci ve bu süreçte mitlerin, sembol ve törelerin etkisinin önemini vurgulamaktadırlar. Bu yönleri ile hem modernistlerden hem de ilkçilerden ayrılmaktadırlar. Etno-sembolcülere yönelik birçok eleştiri yapılmakla birlikte en nitelikli eleştirilerden birisi onların etnik bilinç ile milli bilinci birbirine karıştırdığı yönündeki eleştiridir.

        Milliyetçilik uzun yıllardır hakkında çok fazla şey söylenen ve söylenmeye de devam edecek olan tarihin belki de en tartışmalı olgularından bir tanesidir. Çok farklı bağlam ve kavrayış çerçeveleri içerisinde gördüğümüz milliyetçiliğin gerçekten anlaşılabilmesi belki mümkün olmayabilir ancak yapılacak her yeni çalışma milliyetçiliği daha doğru anlama noktasında değerli bir adım olacaktır. 

        YAZAR

        Nafiz Tok