Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Dikkat ettiniz mi bilmem ama dikkat çekmeyecek gibi değil.

        Yeni “sözde” sağlık sistemi içinde, hiç hekimden söz edilmiyor.

        Hastane reklamları var.

        “Odalarımız şöyle güzel, ameliyathanelerimiz böyle şahane, aletlerimiz öyle muhteşem ki” diyen.

        Hastanelere yapılan yatırımları, harcanan paraları, mobilyalarını, dekorasyonunu, kaç şubeleri bulunduğunu anlatan ama o binaları hastane yapan insanlardan hiç bahsetmeyen yeni bir "sağlık" anlayışımız var.

        Hiç kimse merak etmiyor mu, o aletleri kullanan, o ameliyathanelerde hastalara ömür katmaya çalışan, betonu ve arasına sıkıştırılmış teknolojiyi sağlık hizmetine çeviren kim!

        Ne büyük bir yanlış değil mi!

        Hepimiz zaman zaman hastalanıyoruz, küçük büyük.

        Siz hiç “En iyi ameliyathane hangi hastanede” diye soran hasta gördünüz mü!

        Ya da “En şık oda hangi hastanedeyse beni oraya yatırın?” diye tercih yapan?

        İlk düşündüğünüz, ilk aradığımız yetkin, ehil bir doktordur, aklımıza gelen hastane o doktorun bulunduğu hastanedir.

        Herkes bildiğini düşündüğü kişiye “doktor” sorar, “Bu işten en iyi hangi doktor anlar” diye.

        Mobilya sormaz, ameliyathane sormaz, o hastanenin kaç ilde kaç ülkede şubesi olduğuyla hiç ilgilenmez.

        Doktor yoksa hastane yoktur.

        Doktor yoksa sağlık yoktur.

        En azından uzunca bir süre daha böyle olacağı da aşikardır.

        Sağlığımızla ilgili bir sıkıntı yaşamaya görelim, hemen doktor peşine düşeriz.

        En iyisi kimse, ulaşabildiğimiz en iyi hekim hangisi ise ona ulaşmaya çalışırız.

        Ameliyat olacağımız zaman, en ehil ellere teslim olmak isteriz.

        Bazen yasaları zorlamak, kuralları esnetmek pahasına bile olsa, ona ulaşmaya çalışırız.

        Çünkü doktor önemlidir.

        Kim olursak olalım, hangi koltukta, hangi makamda oturursak oturalım, en iyi doktoru ararız haklı olarak.

        Hepimiz için önemlidir doktorlar. İyi doktorlar.

        İyi doktor kolay yetişmez.

        Kimse bir günde iyi doktor olmaz.

        Parayı verip iki senede en güzel şehir hastanesini bir müteahhide yaptırabilirsiniz.

        Ama istediğiniz kadar para verin, iki senede iyi bir doktor yetiştiremezsiniz.

        O yüzden doktoru değersizleştirmek doğru bir şey değildir.

        Avcı: Bu saçma iddialar bize de soruldu

        Avcı: Bu saçma iddialar bize de soruldu
        0:00 / 0:00

        Dün Emine Şenlikoğlu’nun Türk Milli Eğitimi’nin 1923’te 100 yıllığına ABD’nin kontrolüne verildiği yalananı eleştirip, AK Parti dönemi bakanlarından bu konuda bir kelam etmelerini rica edince, sağolsun her zamanki duyarlılığı ile Prof. Nabi Avcı aradı.

        “Fatih Bey, bu nevi komplo teorilerine dayalı zırva sorular bizlere de sıklıkla soruldu ve biz de gereken yanıtları verdik. Ne yazık ki bunun sonu bir türlü gelmiyor” dedi ve bana bir süre önce katıldığı bir söyleşinin kaydını yolladı.

        Burada eski Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’ya, ABD’nin Fullbright üzerinden Türk milli eğitimini kontrol edip etmediği, yönlendirip yönlendirmediği soruluyor.

        Nabi Hoca da çok açık biçimde, Fullbrihgt anlaşmasının yapıldığı 1947’yi bilemeyeceğini ama kendi bildiği dönemlerde Türk Milli Eğitimini Türklerin yönlendirdiğini, Fullbrihgt’ın ise Türkiye’de akademisyenlere burs veren bir teşkilat olduğunu ve kime vereceği konusunda Türk Milli Eğitim Bakanlığı’na danıştığını, bunun da yanlış bir şey olmadığını söylüyor.

        Ancak Nabi Avcı şunu da söylemeden edemiyor, “Türk Milli Eğitim sistemini milli olmaktan uzaklaştırmak için Amerikalılara ya da başka yabancılara gerek yok. Kendi aramızdan çıkan bazıları milli eğitime darbe vuracak düzenlemeler yapabiliyor ve yapmışlar. 28 Şubat’ta yapılan bu tarz bazı düzenlemeleri biz fazla da duyurmadan zaten düzelttik” diyor.

        Keşke o düzenlemelerin neler olduğunu da açıklasaydı Nabi Hoca.

        Hay ağzınıza sağlık Tayyip Bey

        Hay ağzınıza sağlık Tayyip Bey
        0:00 / 0:00

        Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, eşini 23 yerinden bıçaklayan ve mahkeme tarafından serbest bırakılan kişi ve bu saldırganı serbest bırakan yargı hakkında söyledikleri tam anlamıyla yüreğimin yağını eritti.

        Cumhurbaşkanı "Düşünün, 23 yerden bıçaklıyor. Ey hakim, sen nasıl oluyor da böyle birisini serbest bırakıyorsun? Hakim böyle bir tasarruf yapıyor. Ondan sonra yargıya hakaret. Ne hakareti ya? Eğer ben bu ülkede Cumhurbaşkanıysam, sen de 23 yerden eşini bıçaklayan böyle bir adamı serbest bırakıyorsan bununla ilgili söylenmesi gereken neyse bunu ben sana söylerim.”

        Hay ağzınıza sağlık.

        Cumhurbaşkanı bununla da yetinmiyor ve bu kararı veren hakimse hakim, savcı ise savcı bununla ilgili “Bakanına” talimat verdiğini ve bu rezaletin peşini bırakmayacağını söylüyor.

        Bu tavır eğer sürekli olacaksa ve gerçekten bu rezalet kararın takipçisi olunacaksa çok önemli bir devrimdir.

        Çünkü benim de bu gibi kararlarda içimden gecen budur ve her kelimesine katılırım ama bu cümlelerin yarısını biz söylediğimiz zaman hakkımızda hemen dava açılırdı.

        Ama şimdi bunu Cumhurbaşkanı söylüyor, hem de tek imza ile İstanbul Sözleşmesi’nden çekilen Cumhurbaşkanı.

        Hadi bakalım şimdi ne diyecekler.

        Biz dikmedik ki, kesme hakkımız olsun

        Biz dikmedik ki, kesme hakkımız olsun
        0:00 / 0:00

        Başlıktaki cümle, bir okuruma ait.

        Sahip olduğu zeytinliklerden söz ederken ve babasıyla bu zeytinliklerin geleceğini tartışırken bu cümleyi kurmuş.

        Öyle güzel, öyle anlamlı, öylesine vurucu bir cümle ki!

        Bana yolladığı mektubu sizinle paylaşmadan duramadım.

        “Merhaba;

        Bursa Gemlik’te TOGG otomobil fabrikası yakınlarında 1200 ağaç zeytinim mevcut. Aslen Rumeli göçmeniyiz. Rahmetli dedemin babası, buraları Rumlardan satın almış.

        Aslında bölgemizdeki pek çok ağaç da Rumlardan kalma. Çocukluğum buralarda geçti. Şehirde yasadığımız için hafta sonları babam ile birlikte istemeye istemeye giderdim zeytinliğe.

        Gerçekten de beden kuvveti gerektiren bir iş ve herkes hafta sonları sokakta top oynarken benim burada çalışmak hoşuma gitmezdi. Gel zaman git zaman bu işten zevk almaya başladım.

        Artık bu bölgeler arazi olarak değerli olduğu için, şimdilerde ciddi paralara alıcı bulunabiliyor.

        Bizim zeytinliğimize de epey bir bedelle alıcılar talip oldu.

        Kimi villa yapmak kimi yatırım adı altında.

        Babam ile bu konuda ciddi tartışmalara girdik ama sonunda bana hak verdi. Babama bu ağaçların bizim olmadığını, bizim dikmediğimiz ağaçları, bizim kesemeyeceğimizi, hele hele bir de buradan gelecek paraya ciddi bir gereksinim duymadığımızı anlatıp, buradaki hatıralarımızdan söz edince bana hak verdi, satmamaya ikna oldu.

        Konumuza gelirsek aslında bu arazilerin imar ya da madencilik her türlü yok oluşa açılmasına hiç şaşırmadık.

        Olayın bugünlere zaten bilinçli olarak getirildiğini siz daha iyi biliyorsunuzdur. Maliyetlerin çok yükseldiğini, işçiliğin çok fazla olduğunu ve hasat zamanı istenilen paraların kazanılamadığını, hatta zarar edildiğini biliyoruz.

        Düşünün 1200 ağaç zeytinliğimize bakması için bir köylüye verdiğimde karşılığında 75 lt yağ ve 60 kg zeytin alıyorum. Ama biliyorum ki bakan köylü de çok fazla para kazanmıyor ve aman tamam ses çıkarma ya bu adam da bakmazsa sonra orman gibi olur diyorum.

        Yıllardır zeytin doğru düzgün para kazandırmadığı için zeytinlik sahipleri bu olaydan memnun olacak, zeytinliklerini ya satacaklar ya da kesip ekolojik dengeleri de bozacak değişik meyve ağaçları ekecektir.

        Anlayacağınız bu senaryo uzun zaman önce yazılmış.

        Saygılar.”

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Kalıcı olmadığımızı unutmadığımız zaman.

        Diğer Yazılar