Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir gün bile yazmasak, okurlar haklı olarak soruyor, sitem ediyor, hatta kızıyor “Neredesin” diye.

        Haklılar da, yazı işi ciddi iş, aksatmamak gerek ama insanlık hali, bazen yazamıyor insan.

        Ama okura hesap vermek de şart, ne olsa onlar için yazıyoruz aslında.

        Bu kez iki gündür yazı yazmıyor oluşumun nedeni biraz tatsızdı, çok sevdiğim, kardeş gibi birinin kaybı idi.

        İsterseniz detaylı anlatayım ama biraz geçmişe gitmek gerek.

        1990’ların başı, zannederim 1992.

        Devletin güvenlik ve istihbarat kurumları o zaman ciddi bir tehdit altında olduğumu, farklı örgütlerin bana yönelik bazı hareketleri olabileceğini düşünmüş.

        Bunun üzerine de beni “korumaya” karar vermişler.

        Bakanlar Kurulu karar almış, günde 24 saat yanımda bir yakın koruma ve konut önünde bir koruma kulübesi kurulacak. Burada da 24 saat bir polis memuru bulunacak.

        Durum bana bildirilince, ben “Böyle bir şey istemem. Devlete bu kadar yük olmanın manası yok“ dedim.

        Sonunda tek bir koruma polisi verilmesi üzerine anlaştık.

        Ancak 24 saat birlikte olacağınız kişi önemli, uyum sağlamanız gerek.

        İlk gelen iki arkadaş ile pek anlaşamadık.

        Ben de Emniyet’in ilgili birimine “Bu iş olmayacak herhalde. Ben bir feragatname yazayım, bu koruma işinden vazgeçelim” dedim.

        Ve bunun üzerine rahmetli Necdet Menzir aradı.

        "Fatih Bey, sizi korumak bizim görevimiz. Başınıza bir iş gelse sorumluluk bizde. Bu yüzden mutlaka bir korumanız olması lazım. Bu kez size gelecek arkadaşı seversiniz diye düşünüyorum. Çünkü o da sizin gibi huysuz biri. Şimdiye kadar kimse ile geçinemedi. Sizinle iyi anlaşacağını düşünüyor arkadaşlar” dedi.

        Ve ertesi sabah ofisin kapasından içeri ufak tefek ama ciddi görünüşlü, takım elbiseli biri girdi.

        Polis memuru İbrahim Sarıkaya.

        Kendini tanıttı ve başladık.

        Ufak tefek görünüyordu ama askerliğini paraşütçü komando olarak yapmış, daha sonra polisliğe başlamıştı. Güneydoğu’da görev yaparken yanı başında patlayan bir PKK bombası sonucunda yaralanmış, bir kulağında işitme kaybı meydana gelince İstanbul’a gelmişti.

        Önce bir iki karakolda çalışmış, sonra Trafik Şube’ye verilmişti.

        Son durağı Koruma Şube olmuştu.

        Benden önce siyasetle ilgilenen bir sanatçı, birkaç işadamı ile çalışmış, hiçbiri ile geçinememişti, nedenini sorduğumda “Hiç biri kalıbının adamı değildi” yanıtını vermişti.

        Sivaslı idi. Gürünlü.

        Hayatımda tanıdığım en onurlu, en düzgün, en karakterli, en iyi, en güvenilir, en dürüst insan, en dost insanla o gün başladı 30 yıl sürecek olan beraberliğimiz.

        Kişiliğinde muazzam bir oturmuşluk vardı.

        Sadece benimle değil, tüm çevremle, ailemle çok yakındı. Ama asla yüzgöz olmazdı.

        İnsanlarla mesafesini bu kadar iyi ayarlayan birini hayatımda görmedim.

        Birkaç gün içinde çok iyi anlaşacağımızı anlamıştık.

        Hayatımda gördüğüm en muazzam kişilikti.

        Sanki dünyaya daha önce 10 kere gelmişti de, her şeyi bilen bir güngörmüşlük karakterine yansımıştı.

        30 yıl boyunca hemen her günümüzü beraber geçirdik.

        Düğünümde yanımdaydı, çocuğum olduğunda yanımdaydı, sevdiğim birini kaybettiğimde yanımdaydı, sıkıntım olduğunda yanımdaydı, mutlu olduğumda yanımdaydı.

        Kısa sürede aileden biri haline gelmişti.

        Kardeşim gibiydi.

        Artık korumalık falan kalmamıştı.

        Ona yönelik bir saldırı olsa, ben kendimi onun önüne atardım muhtemelen, öyle yakın dost olmuştuk.

        Benim kızım doğduktan sonra, onun kızı Helin doğdu.

        Çok düşkündü Helin’e.

        En iyi şekilde okutmak için çabaladı. (Helin tüm okullarını başarıyla tamamladı ve şimdi Avusturya’da yüksek lisansını yapıyor.)

        Herkesin derdine yetişirdi.

        Kardeşlerinin, arkadaşlarının, herkesin.

        Hiç karşılık beklemeden.

        Annesine çok bağlı idi, çok severdi. Her fırsatta soluğu annesinin yanında alırdı. Elife Hanım 94 yaşında öldüğünde çok üzülmüş, perişan olmuştu.

        Tüm arkadaşlarımın arkadaşıydı.

        Hepsiyle dost olmuştu yıllar içinde.

        İnsan sarrafı idi bir yandan da.

        Benim arkadaşlarımın kişiliklerini benden iyi analiz ederdi.

        Hiç mi kötü yanı yoktu diyeceksiniz.

        Kişilik olarak sıfır hatalıydı.

        Kusursuz.

        Tek kötü yanı ise berbat bir sürücü olması idi.

        Sık sık kaza yapar, “Abi kaza yaptım kusura bakma” diye arar, her seferinde benim yüreğimi ağzıma getirirdi.

        Hep o haklı, karşı taraf suçlu olurdu ama gerçek tam tersi idi.

        Allah'tan kazalardan hep sağlam çıkardı. Sonrasında çok gülerdik, pert ettiği arabalara bakarak.

        Ve bir de çok sigara içerdi. Yalvarırdım “İbo bu kadar sigara içme, ne olur aklım çıkıyor sana bir şey olacak diye” derdim.

        “Abi seviyorum bunu. Atın ölümü arpadan olsun” derdi.

        Antalya’da bir ev almıştı. Emekli olunca oraya yerleşmek istiyordu.

        Sonra İstanbul Çatalca’da da bir çiftlik kurdu kendine. Hafta sonları oraya kaçardı hep, doğayı çok sevdiği için.

        6 yıl önce emekli oldu.

        İlk işi Antalya’daki evini sattı.

        “Seni bırakıp gidemem” diyerek.

        “Sen kalmak istiyorsan ben bundan sadece mutlu olurum” dedim.

        Benimle çalışmaya devam etti.

        Pandemi başlayınca “İbo ben işe ne zaman giderim, ne zaman gitmem belli değil. Sen de boşuna gelme. Kal çiftliğinde” dedim.

        Ender olarak geliyor, halimi hatırımı denetliyor gidiyordu.

        1,5 yıl kadar önce geldi. Hafif sekiyordu ama derdini asla söylemezdi.

        “Neyin var İbo” dedim.

        “Bir şey yok abi hafif kalçam ağrıyor” dedi.

        O hafif diyorsa pek hafif değil demekti.

        Çünkü kendisi dışında herkesin en ufak derdini önemsediğini ama kendisi ile hiç ilgilenmediğini bilirdim.

        Bakmazdı kendine.

        Hemen Prof. Azmi Hamzaoğlu’ndan bir randevu aldık, gitti.

        Sevgili dostum Azmi Hoca aradı ertesi gün.

        “Fatih, kalçada bir şey buldum. Pek iyi görünmüyor ve buraya bir yerden gelmiş. Patolojiye yolladım. Sen de İbo’yu bir onkoloğa götür” dedi.

        Azmi Hoca haklı idi.

        İbo’da akciğer kanseri vardı.

        Pandemi döneminde başlamıştı.

        Çok de erken evrede değildi.

        Türkiye’nin en iyi hastanelerinde, bilebildiğimiz en iyi doktorları ile bir tedavi süreci başladı.

        Florence Nightingale’de ilgili doktor karamsar konuşunca, Liv’e, Liv’deki tedavi olumlu sonuç vermemeye başlayınca methini işittiğimiz Çam Sakura Onkoloji bölümüne gittik.

        Hiçbiri para etmedi.

        En yeni, en deneysel tedaviler uygulandı.

        Yetmedi.

        Hastalığın inatçı bir türüydü.

        İbo da inatçı idi.

        Yalvarmalarıma rağmen hala gizli gizli sigara içiyor, belki de hayatında ilk defa bana yalan söyleyerek “İçmiyorum abi" diyordu.

        Ve doktorlarının tüm çabasına, tüm ihtimamına rağmen cuma günü 30 yıllık can yoldaşımı kaybettik.

        Vasiyeti Sivas’ta, Gürün’de annesinin yanına gömülmekti.

        Kızımla beraber, çok sevgili İbomuzu toprağa vermek, vedalaşmak üzere Sivas’ın Gürün ilçesinin, Suçatı köyüne götürdük.

        Beraber büyüdüğü, kimi hakim, kimi savcı, kimi müdür, kimi işadamı olmuş, kimi köyünde kalmış sevenleri, ablaları kardeşleri ile birlikte, ilkokulu okuduğu okulun arkasında tertemiz köy mezarlığında, masmavi bir göğün altında sonsuza kadar yatacağı yere, çok sevdiği annesinin koluna uzatsa dokunabileceği kadar yakınına koyduk İbrahim’i.

        Kendi kızı gibi sevdiği Zeynep ve kızı Helin yan yana dua ettiler kabri başında.

        Benim ise canımdan can, içimden bir parça gitti.

        Kardeş kaybı nasıl bir şeymiş onu öğrendim.

        Ve kusura bakmayın ama yazı yazacak halim falan yoktu.

        Hala da pek var sayılmaz.

        Bu satırları bile güçlükle yazıyorum.

        Bir tek kişinin bile arkasından tek kötü söz söyleyemeyeceği, boğazından hayatında tek lokma haram geçmemiş, bir kez bile hak yememiş, insandan öte bir insan evladını, 30 yıllık dostumu, canımın bir parçasını yitirdim.

        Anlayışla karşılayın.

        TEŞEKKÜR

        Sevgili İbrahim Sarıkaya’nın hastalığı sırasında ondan tüm ihtimamlarını ve mesleki bilgileri esirgemeyen tüm doktorlara ama özellikle ve özellikle Çam Sakura Hastanesi Koordinatör Başhekimi, değerli hekim Prof. Dr. Nurettin Yiyit’e, Onkoloji Uzmanı Dr. Gökmen Umut Erdem’e, Çam Sakura Onkoloji bölümünde müthiş bir özveri ile çalıştıklarına şehadet edebileceğim tüm sağlık personeline, tüm hemşirelere, tüm destek personeline sadece teşekkürlerimi değil minnetlerimi sunuyorum.

        Sağ olsunlar. Var olsunlar. Elleri dert görmesin.

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Başkalarından önce kendi kendimizin saygısını hak ettiğimiz zaman.

        Diğer Yazılar