Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Gündeme bomba gibi düşen bir tartışma konusu için bu kadar sessiz kalınmasını anlayabilmiş değilim. Ben ilk tepkinin Rusya’dan geleceğini bekliyordum. Çıt çıkmadı. Bu durumu, fırtına öncesi sessizlik olarak da tanımlamak mümkün, ancak tartışmanın doğru zamanda, beklenmedik bir anda gündeme gelmesinin etkisinden de bahsetmek mümkün.

        Doksanlı yıllarda ve özellikle sonlarına doğru boğazlardan geçen tanker trafiği çok tartışılmış, o tarihlerde önemli oranda haber, makale ve kitap yayınlanmıştı. Ama hepsi yayınlanmakla kaldı. Boğazlardan geçen yanıcı, parlayıcı ve patlayıcı özetle tehlikeli yük taşıyan tanker trafiğine çare bulunmamıştı. Sadece boğazlara yerleştirilen radarlar ve trafik düzenlemesiyle yetinilmişti.

        Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın, petrol taşıyan gemilerin boğazlardan geçişlerinde, Türkiye’nin Montrö Anlaşması’nda yer alan ve ‘Altın Frank’ olarak adlandırılan yüksek geçiş ücreti hakkını kullanabileceğini açıklamasıyla iş farklı bir boyut kazandı. Sadece petrol değil tabii tüm tehlikeli madde taşıyan tankerler için bu hakkın uygulanması söz konusu.

        Boğazlardan geçen tankerlerdeki bir ton petrolün navlun bedeli, Bulgaristan üzerinde planlanan BurgazDedeağaç ile Samsun-Ceyhan hattına göre çok yüksek olacaktır.

        Boğazlar petrol şirketlerinin umurunda bile olmadığından, tepki de gösterebilirler. Karşı eyleme de geçebilirler. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda da böyle olmuş. Devlet güçlüyken boğazlarda etkisini göstermiş, zayıfken kabuğuna çekilmiş. Şimdi Türkiye kabuğundan çıkmaya, boğazlarda uluslararası sözleşmelerden doğan haklarını kullanmaya çalışıyor.

        Zaten bizlerin de gazeteci olarak, “Bu trafiğe nereye kadar göz yumulacak? Her yıl katlanarak artmasına seyirci mi kalınacak? Boğazlardan güvenli geçiş için bir kapasite belirlenmesi, hatta geçen deniz araçlarının sınıflandırılması da gerekiyor mu? “gibi soruları çoktan gündeme getirmesi gerekiyordu. Ancak şimdi konu başka. Henüz bu tartışmadan ne sonuç alacağımızı da bilmiyorum.

        Netice lehimize görünüyor. Fakat “Altın Frank’ı bas geç” mantığına da “Hayır” demeye hazır olmalıyız.

        Taşeronluktan kurtulabilecek miyiz?

        Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kalabalık bir işadamı grubuyla çıkarma yaptığı Kuveyt ve Katar’da ağırlıkla inşaat şirketlerimizle varız. Bu iki ülkede Batılı büyük şirketler işleri alıyor, bizim inşaat şirketlerimiz de onların taşeronluğunu yapıyor. Şu ana kadar da durum böyleydi. Umarım bu geziyle birlikte taşeronluktan kurtulup, işi alan, parayı kazanan, yapılan işlerde yoğun işgücümüzle değil, biraz da sanayi ürünlerimizle varlık gösterecek hale geliriz.

        Kuveyt ile Türkiye arasındaki dış ticaret hacmimiz çok düşük. 400 milyon civarında ihracat, 200 milyon dolara yaklaşan bir yekün de ithalat var. Fakat her iki ülke de her yıl milyarlarca dolar yatırım yapıyor. Özellikle inşaat sektörü çok ön planda. Dış ticaret hacminin artabilmesi için Başbakan’ın ziyaretlerinin çok ciddi önemi var.

        Suudi Arabistan ile de Kuveyt’le benzer dış ticaret sıkıntımız söz konusu. Hatta genelde Irak ve hassaten Kuzey Irak tarafı için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Amerika başta olmak üzere Güney Kore, Japonya ve Batılı ülkelerin Ortadoğu’da aldığı işlerin alt yüklenicisi oluyoruz. Taşeronluktan kurtulmanın yolu ise buralarda ülke olarak güçlü şekilde bulunmamızdan, işadamlarımızın arkasında devletlerinin durmasından geçiyor.

        Rakamlar güzel ama yedirirler mi?

        Önümüzdeki 5 yılda 280 milyar dolarlık proje planlayan Kuveyt ve Katar’dan Türkiye için ne kadar ekmek çıkar? Başbakan’la birlikte bu ülkeye giden 358 işadamının 4 bin iş görüşmesi gerçekleştirecek olmasından ne kadar ümitli olmalıyız?, zaman gösterecek.

        Körfez ülkelerinin bir Amerikalı’ya, Çinli’ye, Koreli’ye, Japon veya İngiliz işadamına gösterdikleri ilgiyi bizlere göstermeye ne kadar hazır olduklarına dair henüz somut bir veri yok. Unutmayalım bu ülkelerde büyük işler var, ancak buralarda büyük oyuncular da var. Türkiye şu ana kadar yaptığı çoğu işi Körfez ülkelerinden değil, büyük oyunculardan aldı. Yani ekmek küçük devletlerin değil, koca aslanların ağzında.

        Bu sebeple iş sadece Arap dünyasında var olmak, yakın ilişki kurmakla bitmiyor. Müteahhitlerimiz buralarda taşeron olarak iş almayıp, direkt kendileri ana üstlenici olursa, işte o zaman bunun Türkiye’ye yansımasını görürüz.

        Çok değil şöyle 1 yıl geriye gidelim.

        Geçen yıl şubat ayında Başbakan Erdoğan Katar’daydı ve burada ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile görüşüyordu. Ancak 20 dakika planlanan görüşme 1 saati aşınca kapıda kavga çıktı. Çünkü Clinton’ın Katar Emiri ile görüşmeye geciktiğini belirten ABD’nin Katar Büyükelçisi Joseph LeBaron, görüşmenin yapıldığı odanın kapısını yumruklamıştı. Hatta yumrukla yetinmeyip, “Siz önemli değilsiniz, Emir daha önemli” diyerek, bu terbiyesizliği yapmıştı.

        Evet, Kuveyt, Suudi Arabistan, Katar ve körfezin diğer ülkeleri önemli. Ciddi para harcıyor, yatırım yapıyorlar. Ancak efendilerinden izin almadan buralarda varlık göstermek gerçekten zor.

        Diğer Yazılar