Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Kontrol”, “Centilmen”, “İnsan Avı” ve “Life” ile sinemada da bir kariyer oluşturdu Hollanda doğumlu Anton Corbijn. Ama temelde profesyonel bir fotoğrafçı… Bu çok yönlü sanatçıyla 3-5 Haziran arasında düzenlenen 6. İstanbul Uluslararası Sanat ve Kültür Festivali’ndeki Number 5 sergisi öncesi bir araya geldik. Philip Seymour Hoffman’dan Nicolas Roeg’a uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.

        Nick Cave, Bryan Adams, Metallica, Bruce Springsteen, Miles Davis, David Bowie, Clint Eastwood, Robert De Niro, Björk, Stephen Hawking gibi isimlerin fotoğraflarını çekmiş bir fotoğrafçı. Aynı zamanda 1983’ten bu yana Depeche Mode, U2, Joy Division klipleriyle de biliniyor. 1955 doğumlu Anton Corbijn’in “Kontrol”ü (“Control”), 2007’de Cannes Film Festivali’nin Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde gösterildi ve dört ödüle layık görüldü.

        Kendisi Hollandalı olsa da bugünlerde Büyük Britanya sinemasının en önemli figürlerinden. Ama daha ziyade fotoğraflarla hayatını döndüren bir sanatçı. 1993’te bir konser filmi ile sinemaya girdi. Ardından fotoğraf, video klip ve müziği harmanlayan bir yönetmene dönüştü. 2012’de Berlin Film Festivali’nin ana jüri üyelerindendi. 3-5 Haziran arasında geldiği İstanbul’da sergisini açtı, bir de panele katıldı.

        Corbijn, kayıt dışı konuşmalarımızda 69. Cannes Film Festivali’nden arkadaşı Paul Verhoeven’ın filmi “Elle”i merak ettiğini söyleyen, benim de ‘köklerine dönüş hamlesi’ yorumumu duyunca sevinen mütevazı bir insan… Ama genel anlamda sinemaya, film izlemeye yoğunlaşmamış bir sanatçı… Bunu saklamazken söyleşinin bitiminde de verdiğim bilgiler için teşekkür etti.

        ‘EV SAHİBİM ROEG’UN ESKİ EŞİ’

        Hollandalı bir yönetmensiniz. Ama İngiltere’de yaşıyorsunuz ve oraya ait filmlerle adınızı duyurdunuz. 1983’ten bu yana video klip yönetmenliği yapıyorsunuz. Büyük Britanya sineması ise o arka plandan da destek alan biçimci kuşaklarla anılır. 60’ların sonunda Amerikalı olsa da Richard Lester, Nicolas Roeg ve Ken Russell öncüydü. 70’lerin sonu ile 80’lerin başında reklam arka planıyla Alan Parker, Tony Scott, Ridley Scott ve Adrian Lyne bir gelenek oluşturdu. 90’larda Danny Boyle, Guy Ritchie ve Paul McGuigan hızı arttırdı, 2000’lerde ise Edgar Wright, Richard Ayoade, Paul King ve sizi başka bir kuşağa dahil edebiliriz. Bunlar arasında kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Eğer 70’lerden gidersek ve ilk iki filminizi baz alırsak bence yeni milenyum jenerasyonunun Nicolas Roeg’u olarak görülebilirsiniz. Onun kurguyu zekice kullanırken, sinematografiye ve fotoğraflara yüklenen anlayışı size daha yakın.

        Belki olabilir. Filmlerle ilgili bilgim kısıtlı. Çok az film seyrediyorum. Güzel bir konu bulduğum için ilk filmimi çektim. Sonra herkes o yöne kaymamı söyledi. Hayatta birincil hedeflerimden biri değildi bu, daha önce yapabileceğime inanmıyordum. Benim için fotoğraf her zaman ön planda. Video klipler de ayrı elbette... Onlarda da hikaye oluyor. Bu da uzun metrajlı filme yönlendiriyor insanı. Senaryolar okuyup kendimi filmlere adapte edemedim uzun süre. Ian Curtis’in hikayesi ise beni cezbetti. Bu sebeple 52 yaşında film çekmeye başladım. Nereye denk gelirim bilemem. Ama Roeg’u tanıyorum, kaldığım stüdyoyu onun eski eşi Susan’dan kiraladım.

        İlginç bir tesadüf…

        Severim Nicolas Roeg’u. Müzisyenleri inandırıcı oyuncu yapabilen tek yönetmen: Art Garfunkel, Jagger ve David Bowie… Bu çok çok iyi bir şey. Sonrasında çektiği filmlere ilgi duymuyorum. Ama “Kötü Zamanlama” (“Bad Timing”, 1980), “Eureka” (1983), “Dünyaya Düşen Adam”ı (“The Man Who Fell to Earth”, 1976) seviyorum. Görüntü yönetmenliğinden geliyor.

        Doğrudur. Benim favorilerim “Performans” (“Performance”, 1970) ve “Büyü”dür (“Don’t Look Now”, 1973).

        Güzel gözükmesi için film yapmak çok güzel. Ama ben belirgin güzellikten uzak duruyorum. “Kontrol” (“Control”, 2007) kompozisyonlarla ilgiliydi. “İnsan Avı”nda (“A Most Wanted Man”, 2014) da sakinleşmek için el-omuz kamerasına kaydım.

        “Centilmen” (“The American”, 2010) de kompozisyon üzerineydi.

        Evet. Aynı kameraman.

        Martin Ruhe.

        Çok iyi. Ama daha deneyimli görüntü yönetmenleri kullanmaya başladım. Artık kameranın hareket etmesini istiyorum. Kompozisyonların dışına çıkıyorum. “Centilmen”in bambaşka bir güzelliği var. Filmlerimin iyi gözükmesini değil, iyi olmasını istiyorum. Karakterlere inanmak, oyuncuların nasıl olduğuna bakmak istiyorum. Bu yüzden saf fotoğraf güzelliğinden uzak duruyorum.

        O zaman “Life” ve “İnsan Avı”nı “Kontrol”ün üzerine mi koyuyorsunuz?

        Hayır. Sadece kendi hallerinde seviyorum. Ama kişisel olarak bir gelişme görmek istiyorum. “Life” kusurlu bir film, çünkü görünümünden hiç memnun kalmadım. Ama seven var.

        Katılıyorum. Ruhe filmi kurtarabilirdi. Çünkü sinematografi ve prodüksiyon ucuz gözüküyor.

        Evet evet maalesef.

        Ama hikaye çok güzeldi, ilginç detaylarıyla içine alıyordu. Tam sizin aradığınız bir projeydi. James Dean tiplemesi, Dane DeHaan’ın performansı ve kavrama gücüyle iz bıraktı.

        Cannes’daki filmini izlediniz mi?

        Hayır “Two Lovers and a Bear”i kaçırdım maalesef…

        PHILIP GÜÇLÜ OLDUĞU KADAR DOST CANLISIYDI DA’

        Kariyerinizde bir kimlik oluşmaya başladı. İzole edilmiş karakterlerin melankolik taraflarını sinematografinin, fotoğrafların gücüyle resmetmek istiyorsunuz, belki minimaliste de yakın bir üslup var. İki biyografik filmden gidersek; Ian Curtis, James Dean ve Dennis Stock vefat eden isimler. Ama tesadüfen Philip Seymour Hoffman, “İnsan Avı”nın çekiminden sonra hayatını kaybetti. Doğrudan yaşanan veya dışarıdan mesafeyle bakılan trajik vefatlar, duygusal ve sinematografik açıdan size nasıl tesir ediyor?

        Çok seviyordum onu, farklı biriydi. Kendisiyle çalışmak büyük mutluluktu. Bu konuda Dean ve Curtis kadar duygusallaşmadım. Ama Philip’in vefatı çok hüzünlüydü. Hafta sonunu Sundance’de geçirdik, iki hafta sonra öldü. Hala mantıkla açıklayamıyorum. Sonrasında filmin promosyonunu yaptım, o da istiyordu katılmayı... Olmazsa olmazdı benim gözümde, ama ne yazık ki… Her şeyini veren oyuncuları her zaman severim. Kurt Cobain, Jeff Buckley, Ian Curtis’le çalıştım. İlk başta onların çalışmalarının yoğunluğu beni ilgilendiriyor. Yapay değil hiçbir şey.

        Son bir anınız var mı?

        Tartışmalar ve e-maillerle ilgili… Geniş bir skala… Filmi çektikten bir yıl sonra bir yemekte buluştuk. Onun partneri ve benim kız arkadaşım geldi. Çoktan ayrılmışlardı, farkına varmadım. Sigara içerken ilk kez birileriyle dışarı çıktıklarını söyledi. Güçlü bir oyuncu olduğu kadar dost canlısı bir insandı da… İyi olmasından nefret ediyordu, onun için kaçış yoktu, en iyiyi yakalamaya, kendini role zincirlemeye çalışıyordu.

        Video klip kariyerinizin sinema tarihindeki yeri ayrı. Ama fotoğrafçı yönetmenler de var. Bu isimlerle ilgili ne düşünüyorsunuz? Jerry Schatzberg ve Nuri Bilge Ceylan’ın sinemaları konusunda ne dersiniz?

        Tanımıyorum onları. Çok fazla film seyredemiyorum. Hayatım fotoğraflarla geçiyor. Filme hayatımı adasaydım farklı olurdu. Majör sergiler 1.5 senemi alabiliyor. Çok büyükler… Geceleri bir ofis kiralayıp kariyerimdeki fotoğrafları ayırmak durumunda kalıyorum. Çok göremediğim için utanıyorum bazen. Ama oluyor işte…

        ‘70’LERDE ÇEKİLEN FİLMLER BENDE İZ BIRAKTI’

        Kariyerinize bakınca benim favori filmim “Centilmen”. Sizin en çok memnun kaldığınız işiniz hangisi?

        Duyması güzel. “Centilmen”den çok memnunum. Çünkü kimse öyle filmler yapamıyor artık. Çok kötü pazarlandı, aksiyon fragmanı vardı. Ona düşündüğüm “Il Americano” orijinal bir isimdi, İtalyanca’da kelimenin kötü telaffuz edilişiydi. Spagetti western’lere gönderme yapmaktı hedefim. Ama buna izin vermediler. “Life” en az memnun kaldığım, diğer üçünü seviyorum.

        Bana kalırsa “Centilmen”, 70’lerin dingin politik-gerilimleri günümüzde çok cüretkar temsiller bulamadığı için değerli. Belki bunlardan en safı “Avukat” (“Michael Clayton”, 2007), tech-thriller (teknolojik gerilim) örnekleri “Kartal Göz” (“Eagle Eye”, 2008) ve “Hanna” (2011) da o kaynaktan özgün işler çıkarabildi. “Devlet Oyunları” (“State of Play”, 2009) başka bir boşluğu doldurdu, Clooney ve Soderbergh’in de denemeleri oldu. Ama burada Pakula’nın stili ile Rossellini’nin “İtalya’ya Yolculuk”unun (“Viaggio in Italia”, 1954) hissiyatı tavizsiz bir tetikçi öyküsünde buluşarak iz bırakmıştı.

        70’ler etkisi çok nettir bende. O yıllarda film izlemeye başladım.

        John Le Carré’nin uyarlamasını yapmanız da şaşırtmıyor o zaman.

        “Our Kind of Traitor”ı seyrettiniz mi?

        Hayır Temmuz’da vizyona girecek bizde. Sizin favori uyarlamanız hangisi?

        İsveçli yönetmenin olan. Neydi adı?

        “Köstebek” (“Tinker Tailor Soldier Spy”, 2011) güzeldi.

        Evet, ama hikayeyi takip etmesi çok zordu. Benim için şanstı. Le Carré de seviyor. Uyarlamaların hepsini seyretmedim. Bana kendi oynadığı siyah-beyaz bir tanesini göstermişti.

        “Utanç Duvarında Casusluk” (“The Spy Who Came in From the Cold”, 1965) mu? Benim favorim o.

        Yok değil. Benim filmimde de var. Kimsenin kendisini tanıyamamasından rahatsızdı.

        Belki 1000’lerce fotoğraf çektiniz, ama bunlar arasında elbette bir ‘TOP 5’ listeniz vardır?

        44 yıldan seçmek zor.

        Bu sergiden hangisi?

        Benim sanat yönetmeni olduğum hepsi. İnsanlarla buluşup yapıyorum bunu. Onun için çıktığım yolculuk da önem kazanabiliyor. Dünyayı dolaşıp bu insanlarla buluşuyorum. Bu da anı olarak kalıyor. Nick Cave, Johnny Cash bu açıdan değerli. ‘Number 5’ sergisinden Bowie en güzeli, Patti Smith’in de yeri ayrı.

        Bundan sonra bir projeniz var mı? Müzisyen veya fotoğrafçı biyografisi olabilir. Mesela David Bowie?

        “Kontrol”den sonra çok teklif geldi. Bunu yapmak hayatını satmak anlamına gelir. O yolu seçmedim. Yeni filmim bir roman uyarlaması: “Devil in the Grove”. 1949-1951 arasında ABD’de geçiyor, ırkçılık üzerine... Martin Luther King zamanında çıkan ilk siyahi yargıtay yargıcı Thurgood Marshall’ın hikayesi. Lionsgate’in filmi.

        Stüdyolarda genelde 30-40 seneye yayılan biyografik filmler çekiliyor, ama sizin gerçek hikayeleri limitli zaman dilimine uyarlama tercihinizi zekice buluyorum. Diğer formülü oturtmak kolay değil.

        Evet katılıyorum. Biyografik filmler zor. James Brown, Ray Charles filmleri…

        “Get on Up” kötüydü, ama “Ray” iyi çekilmiş, farklı zaman dilimlerini doğru kullanan bir filmdi. Bana göre “Beni Orada Arama”nın seviyesine ulaşmak zor.

        Amerikan duygusallığına fazla kapılıyorlar. “Sınırları Aşmak” (“Walk the Line”, 2005) bile öyleydi.

        Katılıyorum.

        Diğer Yazılar