Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KEREM AKÇA / keremakca@haberturk.com

        22 ŞUBAT FİLMLERİ

        Behçet Necatigil’in öğrencileri Muzaffer Tayyip ve Rüştü Onur’un aşk, umut, yükseliş ve veremle şiirsel mücadelesini 1941 bazlı ele alan bir Yılmaz Erdoğan ürünü. “Kelebeğin Rüyası”, Mahsun Kırmızıgül’ün sinemamıza soktuğu ‘2.35:1’de Hollywood estetiği’ atılımını sonuna kadar kullanma sevdasına düşerken “Titanic”ten “Kan Dökülecek”e uzanan somut ve ‘destansı’ etki yaratan popüler kültür referanslarıyla da örülüyor. Bu konuda görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin solgun renk skalasındaki incelikli çalışma, kurgucu Bora Gökşingöl’ün ana akım anlatıyı akıcı hale getirme adına kullandığı zeki kurgu geçişleri, Rahman Altın’ın ise sarsıcı müzik skalası büyük bir güce dönüşüyor. Böylece karşımıza 2000’lerde yükselişe geçen kaliteli popüler sinema ürünlerinden biri daha çıkıyor. Erdoğan’a da önerimiz “Kelebeğin Rüyası”nı gerçek sinema kariyerinin başlangıcı olarak görüp bundan sonra adımlarını ona göre atması. Son bir not olarak filmin, sinemamıza ‘helikopter kamera’yı armağan eden yaratıcının burada da ‘wirecam’i sokması ve belki de Tiryaki’nin katkısıyla tarihimizin en unutulmaz açılış sekansına imza atmasıyla da akıllarda yer edeceğini not düşelim.

        ‘Vizontele’ serisiyle sinemaya giriş yapan Yılmaz Erdoğan, aslında ilk bakışta özgüven patlamasından ziyade sağduyu ve alçakgönüllük taşıyordu. “Vizontele”de (2001) yanına Ömer Faruk Sorak’ı alıp ‘teknik işler’in sorumluluğunu üstlenmeyerek sadece oyuncu yönetimini ve senaryoyu idare etmeyi seçmesi de bu duruşunu kanıtladı. Bu zamana kadar ise serinin sözünü ettiğimiz ilk ayağı, yaratıcının kaleminin yetkinliği, köy komedisi düşüncesinin samimiyeti ve gözlemci karakter çıkarımlarıyla en kayda değer işiydi. Ancak “Kelebeğin Rüyası” (2013) aradaki yalpalanmaları ‘yeni bir başlangıç’ adına bertaraf ediyor. En azından öyle bir etki yaratmasını umduğumuzu söyleyebiliriz.

        Sorunlu filmografiye Tiryaki-Gökşingöl-Altın damgası

        Öncelikle yönetmenin “Organize İşler”de (2005) kullandığı sinemaskop (2.35:1) oranından tutun “Vizontele Tuuba”daki (2004) zaman dilimini iyi ayarlayamama zaaflarına kadar gerçek bir ‘sorunlu filmografi’ inşa ettiği söylenebilir. “Neşeli Hayat” (2009) ise daha kaliteli bir popüler sinema algısına kayışı müjdelemişti. Ancak oradaki görüntü-kurgu uyumunun tutturulamaması filmi ileriye taşıyamayınca, sosyal gerçekçi sinema ile ana akım Hollywood anlatısı arasındaki kafa karışıklığını çok net bir şekilde hissetmiştik.

        “Kelebeğin Rüyası” ise Gökhan Tiryaki ve Bora Gökşingöl’e yüklenen sorumluluğu, Rahman Altın’ın vurucu müzik ezgileriyle sarıyor. 1940’larda ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girdiği yıllarda Zonguldak’ta ve İstanbul’da geçen filmde Behçet Necatigil’in iki öğrencisinin veremle ve aşkla mücadelesi ‘tarihi bir zemin’de ele alınıyor. Projenin bu çıkış noktasından, melodramatik bir gerçek hikaye yorumu, görkemli bir dönem filmi iskeleti, destansı bir aşk filmi tabanı ya da bunların hepsi birden devreye giriyor.

        Sinema tarihimizin en unutulmaz açılış sekansı diyebiliriz

        Ancak sinemaskop formatındaki üçüncü işini veren Erdoğan, büyük bir alçakgönüllülükle teknik ekibi devreye sokarak acemiliklerini üzerinden atmış. Gökhan Tiryaki’nin maden ocağındaki ‘gri’ tonlu kaotik açılış sekansı, “Kan Dökülecek”in (“There Will Be Blood”, 2007) ustalıklı girişini Joe Wright’in görüntü yönetmeni Seamus McGarvey’den “Kefaret”te (“Atonement”, 2007) aldığı kaydırmalı plan sekansla birleştiriyor. Bu efsanevi ve sinema tarihimize geçecek hareketin ardından filmin içine girmemiz de zor olmuyor.

        Tiryaki’nin genelde ‘sonbahar’ renklerine uygun bir solgunlukla paletini seçmesi, her sekansta yaprak renklerinden madenin grisine uzanan bir profesyonellik getiriyor. Karakterlerin yüksek makyaj etkisiyle sarılması, kostüm tutarlığı (birkaç tertemiz kıyafet kullanımı hariç) derken neredeyse ‘yapım tasarımı’ adına her şey yerli yerinde duruyor. Bora Gökşingöl’ün kendini hissettirmeyen bir ‘Hollywood kurgucusu’ kıvamındaki işi ise bu toplama ‘olumlu’ bir katkı yapıyor.

        Gökhan Tiryaki mi, Tom Stern mü?

        Filmin kurgusu akıcı bir anlatıya alan açarken, görüntü bindirme, erime gibi efektleri yerine ve müziğin tonuna göre dengeleme becerisiyle dikkat çekiyor. Böylece sinematografinin çarpıcı solgunluğuna ve müziğin etkileyiciliğine takılmadan, adeta Erdoğan’ın orkestra şefliğine eşlik ederek ‘şiirsellik’ amaçlı hikayenin içine girmemizi sağlıyor. Eserin su gibi akması ise Tiryaki-Gökşingöl-Altın birlikteliğinin yüksek bir uyum yakalamasında gizli aslında.

        Acıklı son iki sekansın ‘sömürüye kaymama’ arzusuyla yapılan kamera ve kurgu tercihleri de bu noktada anlam kazanıyor. Gökşingöl’ün hareketten kesme tekniğini dengeli bir şekilde kullanarak tempoyu arttırmadan ve olabildiğince montaj sekansa kaymadan akıcı bir dil yaratması, ‘dönem filmi’nin ruhunu zedelememesi gözlerden kaçmıyor. Bu durum da oyuncu kadrosuna ve şair yükselişine odaklanmamızı sağlıyor. Klasik hikaye anlatma sinemasının gerekleri böylece doldurulurken Tiryaki’nin özellikle maden ocağı sekanslarında Clint Eastwood’un son dönemde Tom Stern’den (Bkz. “Sahtekar”, “Öteki Dünya”, “J. Edgar”) aldığı ‘gri renk paleti’nin kullanım yetkinliği de gözlerden kaçmıyor. “Titanic” (1997) hissiyatı bırakan, genel planı özel bir kamerayla çekilmiş gemi sekansını da bu Hollywood dayanağına ‘görkem’ adına ekleyebiliriz.

        Mahsun Kırmızıgül’ün atılımına Erdoğan da ayak uydurabilir

        Erdoğan, belli ki popüler sinema estetiği konusunda becerikli olmadığını, bir ekibe ihtiyaç duyduğunu seneler sonra anlamış. “Vizontele”deki durumun bir benzerini devreye sokmuş. Tiryaki-Gökşingöl ikilisi de Çağan Irmak’tan sonra Erdoğan’ın da yedinci sanata yaklaşımını büyük oranda düzeltip ‘yüksek bir boyut’a taşımış. Bu da aslında Mahsun Kırmızıgül’ün “Beyaz Melek” (2007) ile sinemamıza soktuğu sinemaskop formatında Hollywood estetiği atılımını bir ‘tarihi film’ üzerine yerleştirmeyle canlanıyor.

        Bu noktada eğer Erdoğan, bir tercih yapıp böylesi eserler çekmeyi sürdürürse Joe Wright kıvamında bir yere gelebilir. Ancak geriye adım atarak kaliteden ve uğraşmaktan vazgeçip ‘para saçma’ya kayarsa tam tersi gerçekleşebilir. Uyarımız yaratıcının, buradaki duygusal hikayeyi de göz önünde bulunduran adımlarını yeni bir başlangıç için atması yolunda. Böylece kaliteli popüler sinema örneklerine ihtiyacımız var zira.

        Oyunculuklar, karakterler ve oyuncu seçimi en zayıf tarafları

        “Kelebeğin Rüyası” 138 dakika olmasına karşın, yönetmenin senaryosunun zaman atlaması yapıp kafa karışıklığına yol açmadan aşklarla ve ölümlerle ‘çatışma’yı yerinde tanımlaması ise bir başarı. Ancak özellikle oyuncularla ilişkide abartılı makyajların biraz fazla eski Hollywood ya da Yeşilçam kokması ve oyuncuların istenen performans düzeyini aşamaması birazcık ‘arkada eski Yılmaz Erdoğan’ın külleri kalmış’ cümlesini akla getiriyor. Bu hissiyat filmin dünyasının gerçek bir katmanlılıkla anılmasını engelliyor. Sanki sadece ikinci boyutunu profesyonellikle dolduruyor. Neredeyse karakterlerin mekanlara ya da döneme uyumsuzluğu, Kıvanç Tatlıtuğ ve Yılmaz Erdoğan’ın ta kendisi hariç fazlasıyla hissediliyor. Özdeşleşme arzusunu da belli oranda yaralıyor. Belçim Bilgin’in 30 yaşında olmasına karşın ‘liseli kız’ rolünü canlandırması, Mert Fırat’ın dönemine ayak uydurmayan bir ruhsuzlukla sarılmasıyla dolduruluyor.

        Uzun lafın kısası karşımızda Zonguldak gibi bir Anadolu şehrinden o yörenin insanına dair şiir, umut, aşk ve heyecan yüklü bir hikaye var. Heyecanı ve tempoyu arttıran maden ocağı içi sahnesinin tonlamasının da Hollywood rötuşunu göz önünde bulundurmasıyla hatırlanacağı söylenebilir. Örnek verdiğimiz filmlere referans yapan sekanslar bir kenara filmdeki ‘konuşmalar’ın biraz fazla ‘didaktizm’ yüklenmesi sekansları da uzatınca dramatik yapının hantallaşması kaçınılmaz olmuş. Oyuncuların zaafı bu sayede ortaya çıkmış. Şair hikayesi anlatılması bu noktada biraz ‘iyi niyetli’ olmamızı sağlasa da sinemasal gerçeklik kıstasını unutturamıyor elbette.

        Her şeye rağmen “Devrim Arabaları”nın (2008) gerçek hikayede belirgin bir zaman dilimine odaklanma, Mahsun Kırmızıgül’ün blockbuster anlatısı ve “Fetih 1453”ün (2012) tarihi film algısını cesaret olarak arkasında bulan bir eser karşımızdaki. Büyük oranda da ölçek, mercek, renk ve kurgu tekniği kullanımlarındaki profesyonellikle sinemamızı ileriye taşıyacak işlerden biri diyebiliriz.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Kelebeğin Rüyası

        Yönetmen: Yılmaz Erdoğan

        Oyuncular: Kıvanç Tatlıtuğ, Mert Fırat, Belçim Bilgin, Faraz Zeynep Abdullah, Yılmaz Erdoğan

        Süre: 138 dk.

        Yapım yılı: 2013

        OLAĞAN DIŞI BİR İLİŞKİNİN ÖYKÜSÜ

        Dindar, muhafazakar ve felçli bir şairin bekaretini bozmasını ele alan “Aşk Seansları”, asla bu meseleyi sömürmeden son derece cüretkar metinlere açılıyor. Ben Lewin’in Katolik Kilisesi, ötekilik, yalnızlık, ilk cinsel deneyim gibi kavramlar ışığında bir ‘cinsel ilişki’nin temellerini atarak Nagisa Ôshima’nın “Tutku İmparatorluğu” ya da Bertolucci’nin “Paris’te Son Tango”sunun zeminini bambaşka karakterlere uygulayıp ‘psikolog-hasta ilişkisi filmi’ formülüne yerleştirdiği söylenebilir. Bu da yalın anlatılı filmi, ABD’nin muhafazakar damarına darbeleri bir bir indiren sert bir hicve ya da felsefi gücü yüksek bir seks komedisine dönüştürüyor.

        Genelde bekaretini bozma ya da ilk cinsel deneyimini yaşama hikayelerini ergen karakterlerin gözünden görmeye alışığız. 12-20 yaş arasındaki bayan tiplemelerin izinde biraz ‘teşhircilik’e kayarken, cesur metinler açmak ve tartışmalı görüntüler kullanmak bu sayede mümkün olabilir. Dünya sinemasında bu alan, bu doğrultuda bir felsefi damara dönüşmüştür orası kesin. Amerikan bağımsız sineması ve Fransız sanat sinemasındaki hakimiyetiyle ‘tutarlı bir yol’ belirlemiştir kendisine. Ben Lewin ise solunum makinesine bağlı, yatalak olarak hayatını idame ettiren 38 yaşında felçli bir karaktere bu hikaye şablonunu uyguluyor.

        Ayrıksı bir seks komedisi diyebilir miyiz?

        1999’da 49 yaşında vefat eden Mark O’Brien’ın kendi makalesinden uyarlanan öykü, asla geleneksel kalıplara girmiyor. Bu dindar ve muhafazakar adamın seks terapisti tutmasına uzanan durumları ele alıyor. Bu sayede ‘elbiseli kadınlar’la başlayan sürecin altı seansta çıplak terapi yapan kadınla değiştirilmesi her şeyin aşılmasına yol açıyor. Rahiplerin kandırıp ‘evlilik dışı cinsel deneyim’den uzaklaştırdığı bir karakter, böylece iradesiyle ‘bekareti bozma’ eşiğini atlıyor.

        Lewin bu duruma yaklaşırken ‘psikolog-hasta ilişkisi filmi’ ile ‘cinsel ilişki filmi’ni iç içe geçirip karşımıza hiciv oranı yüksek bir seks komedisi şablonu çıkarıyor. Bu bağlamda John Hawkes’un yatakta/sedyede sadece mimiklerini, ağzını ve penis üstünü kullanarak sergilediği unutulmaz ‘bedensiz’ performans iz bırakıyor. Böylece “Paranoya” (“Martha Marcy May Marlene”, 2011) ve “Gerçeğin Peşinde”nin (“Winter’s Bone”, 2010) ardından kendisinin kariyerine bir ‘artı puan’ da buradan ekleniyor.

        Tutku İmparatorluğu” ile “Spellbound” arasında

        Yönetmenin orta planlar odaklı bir anlatıyla ve doğal renklerle çok katmanlı öyküsüne odaklandığı görsel yapı, asla ışık ve renk oyunlarına girmiyor. Hikayenin özündeki Katolik Kilisesi eleştirisi ve ahlaki sorgulamaya açık özgürlükçü metinler ise hiçbir yan yola sapmadan doğrudan karşımıza çıkarılıyor. Nagisa Ôshima’nın “Tutku İmparatorluğu” (“Ai No korîda”, 1976) ile “Spellbound” (1945) arasındaki yapı böylece Bergman felsefesiyle akan cinsel süreçler/arayış incelemesine dönüşüyor.

        Genelde sömürülen, ölüme kayan ve hayat zevki kısıtlanan ‘bedensel özür’ meselesi ise burada tabiri caizse sınıf atlıyor. “İçimdeki Deniz”in (“Mar Adentro”, 2004) melodramatik ve monoton dünyasından uzak durulması, bu noktada bir avantaja dönüşüyor. Lewin, Hawkes’un bedeninin yarısını gösterirken ona bağlanan Hunt’ı (Cheryl) da anadan üryan sahneleriyle filmin niyetleri ışığında kullanıyor.

        Keskin bir Katolik Kilisesi, dini tabular ve özgürlük kısıtlaması eleştirisi

        Özel hayatında gayet yalnız ve cinsel etkileşimsiz yaşayan bu tipleme böylece özgürlüğünü yansıtma, işini yaparak ‘zevk’ alma şansı yakalıyor. Cüretkarlık konusunda sınıf atlayarak böylesi karakterlerin çok ötesine geçmesine olanak tanıyor. Erkeklerin cinsel ilişki filminde oynadığı hakim rolün kadına verilmesinin bir anlamda ana ‘dayanak noktası’ olmasının ise feminist metinler açısından faydalı bir süreci beraberinde getirdiği söylenebilir. Bu da bağımsız sinemanın dehlizlerinden bir kadın duyarlılığı sunuyor. Seks sahnelerini neredeyse tavizsiz bir şekilde önümüze seren Lewin, asla ayağını korkak alıştırmıyor.

        Cheryl’in Hıristiyanlıktan Yahudiliğe ‘seksi geciktirme’ sebebiyle geçtiğini söylemesi ise iki anti-ruh ya da dini dayatma mağduru karakteri birbirine soyut olarak bağlıyor. William H. Macy’nin rahip karakterinin yüklendiği aşırı kalıplaşmış sahne kimliği, yüksek bir ironi gücüyle sarılırken bu detay da din eleştirisinin oranını arttırıyor. Film bunu fazla ‘mizahi’ bir dozajda yaparak çok yüksek bir iddia koymuyor ortaya nihayetinde. Ancak tehlikeli konulara yaklaşımıyla ve ezber bozuculuğuyla dikkat çekiyor.

        FİLMİN NOTU: 6.5

        Künye:

        Aşk Seansları (The Sessions)

        Yönetmen: Ben Lewin

        Oyuncular: John Hawkes, Helen Hunt, William H. Macy, Moon Bloodgood, Annika Marks

        Süre: 95 dk.

        Yapım yılı: 2012

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Acı (Pieta): 3.1

        Anna Karenina: 9.9

        Aşk (Amour): 5.5

        Bitik Şehir (Broken City): 3.9

        Celal ile Ceren: 4.1

        CM101MMXI Fundamentals: 2

        Çatlak Film (Movie 43): 5.7

        Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild): 7.8

        Efsane Beşli (Rise of the Guardians): 5.5

        Elveda Katya: 3

        Entrika (Arbitrage): 3.5

        G.D.O. Karakedi: 3

        Görünmeyenler: 3.5

        Hansel ve Gretel: Cadı Avcıları (Hansel & Gretel: Witch Hunters): 6.5

        Hobbit: Beklenmedik Yolculuk (The Hobbit: An Unexpected Journey): 6.5

        Htr2b: Dönüşüm: 3.5

        Hükümet Kadın: 1.4

        Kanunsuzlar (Lawless): 5.5

        Karaoğlan: 1.2

        Lincoln: 4.1

        Kıyamet Günü (The Impossible): 6.5

        Mama: 6.1

        Mutlu Aile Defteri: 6.2

        Mutluluk Asla Yalnız Gelmez (Un Bonheur N’Arrive Jamais Seul): 4

        No: 3

        Oyunbozan Ralph (Wreck-It Ralph): 8.6

        Parker: 3

        Pi’nin Yaşamı (Life of Pi): 4.5

        Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda: 3.5

        Taş Mektep: 2.1

        Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri / Beyond the Hills): 6.8

        Umut Işığım (Silver Linings Playbook): 6.5

        Yakın Tehdit (Trespass): 4.1

        Zero Dark Thirty: 5.5

        Zincirsiz (Django Unchained): 5.5

        Zor Ölüm: Ölmek için Güzel Bir Gün (A Good Day to Die Hard): 3.7

        Zürafa (Zarafa): 3.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar