Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DVD’leri yakın zamanda raflara giren “Dünyanın Sonu”, “İmparator”, “Köfte Yağmuru 2” ve “Svengali”yi değerlendirdim.

        “Dünyanın Sonu”: Zombi mi, uzaylı mı?

        Bir yönetmenin zirveyi gördükten sonraki konumu her zaman merak edilir. Bu bağlamda ikinci bir büyük başarı gelebileceği gibi tepetaklak olmak da rastlanan bir durumdur. Edgar Wright, Simon Pegg ve Nick Frost’tan ayrıldığı, interaktif başyapıt “Scott Pilgrim Dünyaya Karşı”da (“Scott Pilgrim vs. the World”, 2010) zirveyi görmüştü. Atari estetiğini sinemaya vizyon sahibi bir tanımla yerleştiren eser, çizgi roman estetiği adına da devrim niteliğindeydi.

        Ama yönetmen esasen “Zombilerin Şafağı” (“Shaun of the Dead”, 2004) ve “Afili Aynasızlar” (“Hot Fuzz”, 2007) gibi ‘zombi filmi’ ve ‘polisiye’ alanlarındaki mizahi ve biçimci dokunuşlarıyla biliniyor. Onların başarısını bu kez “Dünyanın Sonu” (“The World’s End”, 2013) ile uzaylı istilası filmine çevirme peşinde. 1990’dan 2014’e sıçrayan eserin, bir ‘pub’ın etrafında dönmesi kurnazca…

        ‘Dünyanın Sonu’ adlı bu pub büyük oranda zamanlar arası bir dolaşım sağlıyor. Beş arkadaşın geçmişte ve günümüzde buluşmasını öne çıkarıyor. Bu duruma içses ile başlayan biçimci yaklaşım yön verirken, ultra hızlı ve gazı kökleyen kurgu hamleleriyle de sarılıyor. Yıldırım, hip-hop kurgu gibi teknikler hız müptelası yapıyor bizleri.

        Ancak buradan uzanılan parodi ya da komedi damarı zombileri ‘uzaylı’ olarak konumlandırmış gibi. İçinden ‘mavi sıvı’ çıkan insan-uzaylı kırması ‘öteki’ler “Büyüyen Canavar” (“The Blob”, 1958) göndermesi gibi. Araya ‘Terminatör’, ‘Iron Giant’ gibi yan motifler de giriyor. Nesil farklarına dikkat çeken zaman yolculuğu algısının da ‘bildik’ (bkz. “Peggy Sue Evlendi”) olduğunu düşünürsek çok yeni bir şey yok ortada. Daha ziyade 80’lerin neşesi ve ‘camp’ (bilinçli bayağılık estetiği) algısı canlanıyor.

        Wright’ın bilgisayar oyunlarından da beslenen video klip estetiği, sanki damaklarda bayat bir tat bırakıyor. Zira sürekli aynı şeyi tekrarlamak, uyanıp, dürtülüp tekrar uyandırılmayla eşdeğer gibi…

        “Dünyanın Sonu”, Wright-Frost ikilisi adına değerli olabilir, ama dünya standartlarında nasıl bir iş tartışmalı. Keyifli ama uzun zamana yayılamayan bir ‘bilimkurgu-komedi’, ‘her şeye rağmen Wright’ dedirtiyor. Akrabalık kurduğu Pegg-Frost mamulü Wright’sız “Paul”ün (2011) rahatlıkla üzerine çıkarken, ‘ekip’ çalışmasını iğneleyen uzaylı istilası parodisi “Gözümüz Üzerinizde”nin (“The Watch”, 2012) çok üzerine yerleşemiyor.

        FİLMİN NOTU: 5.7

        “İmparator”: ‘İmparator’un sırları

        Savaşlara Amerikan bakışı her zaman tehlikelidir. Özellikle de ortada hakkı yenen ya da zulmedilen bir ulus varsa… General MacArthur, zalim bir lider. 1977’de “MacArthur”da onun savaş döneminde yaşadıklarını, biyografik bir omurga eşliğinde izlemiştik. Gregory Peck’in imzasıyla akılda kalan tarihi karakterin bir başka yüzü ise burada Tommy Lee Jones’un can vermesiyle mercek altına alınıyor.

        Ama Shiro Okamoto’nun romanından uyarlanan “İmparator” (“Emperor”, 2012), o tiplemeyi arka plana itiyor. 2. Dünya Savaşı’nda Japonya’nın teslim olduğu sürece odaklanan, yasal olmayan bir ‘yan bölüm’ izlenimi bırakıyor. Savaş suçlusu olarak idam edilecek İmparator Hitsuhito’nun arka planını araştırması için görevlendirilen ‘şahıs’ın peşine düşüyor. Daha çok dizi yüzü olarak bilinen Matthew Fox’un canlandırdığı General Bonner Fellers, burada bir diktatörün sırlarını afişe etmeye çabalıyor.

        Yani her şey Amerika’nın elinde ve emperyalist Batı’nın seveceği minvalde gelişiyor. Peter Webber, “İnci Küpeli Kız” (“The Girl with a Pearl Earring”, 2003), “Hannibal Doğuyor” (“Hannibal Rising”, 2007) gibi yine belli kaynaklara bel bağlayan eserlerin yönetmeniydi. Hollywood anlatısına hakim isim, burada da ‘çerçeve’ ve ‘ritim’ konusunda sekme yaşamıyor. 100 dakikayı aşkın süreyi iyi idare ediyor, sinemaskop formatını çok doğru kullanıyor.

        Eski sevgiliden savaş anılarına, MacArthur’dan kişisel dertlere uzanan ‘kesitler’ anlam kazanıyor. Film, İngilizce çekilmesine karşın ‘insani’ bir ‘acıyarak kucaklama’ eğilimine ya da kinci bir ‘elini ovuşturma’ seansına uzanmıyor. Aksine bir imparatorun çöküşü sonrası yapabilecekler ince ince işleniyor. Koyu grinin, dumanların altına sığınan buhran savaş portresi de üzerimize bir ‘sıkıntı’ gibi çöküyor. Jane Campion ile piyasaya giren Stuart Dryburgh, 2.35:1’de işine iyi çalışıp sinematografiyi bir görsel güce dönüştürüyor.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        “Köfte Yağmuru 2”: Mizah yüklü bilimkurgu animasyonu

        Sony Pictures Animation’ın hareket yakalama teknolojisi ile üreyen “Canavar Ev”den (“Monster House”, 2006) dahiyane vampir komedisi “Otel Transilvanya”ya (“Hotel Transylvania”, 2012) uzanan yolculuğunda ortaya çıkan seriler de oldu. Elbette alanlarında becerikli bu iki animasyon, şirket için seviyeyi yükseltme adına değerli. Ama 10 senede en büyük kar kaynağına dönüşen ‘Çılgın Dostlar’ (‘Open Season’) ve ‘Şirinler’ (‘The Smurfs’) markaları biraz fazla ‘çocuksu’ duruyor.

        Çizgilerinden orijinallik akan yaratıcılık abidesi animasyon “Lego Filmi”nin (“The Lego Movie”, 2014) Phil Lord-Christopher Miller imzalı “Köfte Yağmuru” (“Cloudy with a Chance of Meatballs”, 2009) aslında benzer sıkıntılara sahipti. Bir adada Doktor Moreau misali yaşayan Flint Lockwood’un uçarı zihninden, keşif olma arzusundan çıkanlar bir ‘köfte/hamburger yağmuru’na yol açmıştı. Küresel ısınmanın tartışıldığı günlerde ‘tüketim toplumu’nu taşlayan bir yapı hakim oldu. Sağanak yağışın yerine ‘yemek yağışı’nın yerleşmesi, insanoğlunun kendiyle hesaplaşması anlamına geliyordu.

        Lord ile Miller’ın arzusu bir kıyamet paranoyasına uzanmaktı. Açıkçası animasyon şirketinin ‘patates burunlu’ modellemeleri tutmamış, bu yapıta zarar vermişti. ‘Şrek’ (‘Shrek’) ve ‘Madagaskar’ (‘Madagascar’) gibi serilerde modellemeler için çalışmış Cody Cameron ile bu şirketin eserlerinde genelde ‘storyboard’ üreten Kris Pearn’ün birlikteliği serinin ikinci halkasını daha keyifli hale getiriyor.

        Bilimsel deney filmi tabanının iyiden iyiye açığa çıktığı film, fazlasıyla 30’ların bilimkurgu sinemasına saygı duruşu gibi duruyor. Taco canavarından büyük çileklere uzanan bir ‘eriyip yok olmaktan ziyade renklilikte sınır tanımayan serüven’ algısı canlanıyor. Nasıl ‘Buz Devri’ (‘Ice Age’) buzullarda bunu yapıyorsa buradaki irili ufaklı karakterler de yemeklerin arasında aynı konuma sahip. Bence oradakinden daha akıllıca hamleler var.

        ‘Yağmur’un terk edildiği, ciddiyetin serbestlikle sarıldığı, Swallow Falls’un bir keşif hazinesine çevrildiği süreç keyif veriyor. Kendini umursamamak “Köfte Yağmuru 2”ye (“Cloudy with a Chance of Meatballs”, 2013) yaramış. İnsan modellemelerindeki sıkıntıya karşın yan öğelerin tasarımlarıyla sınıfı geçerken, göz alıcı renk paletiyle değer kazanıyor.

        FİLMİN NOTU: 5

        “Svengali”: Yerel bir komedi

        Kimileriniz Archie Mayo’nun kült korku filmi “Svengali”yle (1931) yüzleştiğinizi düşünebilirsiniz. Ama işin özü öyle değil. John Hardwick’in ikinci sinema filmi, postacıyken bir rock grubunu keşfederek menajerliğe sıçrayan Dixie’nin (Jonny Owen) öyküsüne odaklanıyor. İrlanda’daki kasabasından çıkıp Londra’yı görmesi, sınıf atlaması, şan-şöhret dünyasına adım atması meselenin işleyişini belirliyor.

        Kurguyu unutup kendini konuşmaların akışına bırakan “In The Loop”tan (2009) anımsadığımız Anthony Boys’un ‘derme çatma montaj’ alışkanlığı filmi zedelemiyor. Daha kolay izlenir hale getiriyor. Bir süre sonra oyuncu-senarist Owen’in adeta kendi çalıp kendi oynadığı diyalogları ve Tristin Norwell’ın besteleriyle oyalanıyoruz.

        Ama hikayenin ‘sosyal gerçekçi’ ve ‘kolaycı’ bir Ken Loach bedeni giymesi gözlerden kaçmıyor. Kurguda birkaç ‘ekran bölme’ hamlesi ve tempoyu hızlandırmak için kareleri birkaç saniye aralıkla üst üste bindirme numarası beyaz, işlenmemiş zemini öylesine dolduruyor. Ama başarı ve sınıfsal yükseliş öyküsünden ziyade bir yerel komedi akıyor. Açıkçası bu da sadece belirli bir kitleyi, ‘müzik ve sinema müptelaları’nı kendine bağlıyor.

        “Svengali”, Yeşilçam döneminde de karşımıza çıkacak derecede sinemasız ve boyutsuz bir ticari filme dönüşüyor. Çıkmak istediği vadiye ulaşırken ise fazlaca sıkıntı çekiyor. Sinemasal olabilen müzisyen filmlerini mumla aratıyor, isminin özgünlüğünden faydalanamıyor. Neden sadece İngiltere’de vizyona girdiğini seyir sürecinde daha iyi anlamamızı sağlıyor.

        FİLMİN NOTU: 3

        Diğer Yazılar