Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Çernobil” felaketinin dizisini yapmışlar, şu aralar Digitürk’te gösteriliyor.

        Her türlü felaketi sınamış olan insanlık, tarihi kadar eski felaketlerin sonuçlarını bugün az buçuk tahmin edebiliyor artık. Savaşların sonuçlarını, depremlerin yol açtıklarını, yangınları, sel felaketlerini biliyor. Ama Çernobil’i bilmiyordu.

        O yüzden böyle bir felaketle karşı karşıya kaldığında, sessiz, kokusuz, gözle görülmeyen milyonlarca merminin direkt kanına karışarak bedeninde hiç kimsenin tahmin edemeyeceği tahribatlara yol açtığını da bilmiyordu.

        Ama hayvanlar biliyordu.

        O yüzden insanlar bir köprünün üzerine çıkıp ellerindeki dondurmaları yalayarak korkunç yangını uzaktan seyrederken, solucanlar fersah fersah toprağın derinliklerine kaçtılar, bir süre sonra balıkçılar oltaya takacak solucan bulamaz oldu.

        Kediler ölü fareleri yemez oldu.

        Bir de kısa bir süre sonra bütün ahlat ağaçları kurudu.

        *

        Ahlat ağacı kendine faydası olmayan bir ağaçtır. Olur olmadık dağ yamaçlarında, kurak arazilerde yetişir.

        Çokça Türk aydınına benzer.

        Taşralıdır. Büyük şehirlerde pek görülmez. Gölgesi bile işe yaramaz. Yine tıpkı Türk aydını gibi, bakın, entelektüel değil, aydın diyorum. Aydın devlet okullarında okumuş, tek tip müfredatla biçimlenmiş, bir fikrin esiri olan, kendini, etrafındakilere kendi fikrini aşılamakla görevli sayan, bunu yapmadığı taktirde görevini yapmamış sayan, dolayısıyla memleketin Ortaçağ karanlığına gömüleceğini düşünen kişidir. Oysa entelektüel, bir kurum tarafından yetiştirilmez, mektepte okumuş olması gerekmiyor, sorgulayan, fikri yanlışlandığında o fikirde ısrar etmeyen kişidir ve bu türü bizim memleketimizde pek azdır. Etrafından kopuktur. Yalnızdır, uzaktır her şeyden. Ahlat ağacını aşılarlar. Türk aydınını da öyle. Bazıları aşı tutar, bazıları tutmaz. Aşı tuttuğu zaman ahlat artık ahlat değil, armuttur. Aşılanan aydın neye dönüşür, işte onu bilmiyorum!

        Bu bahis birçok kez sanata konu oldu. Ahlat ağacı üzerine çok şiir var, Mehmet Başaran’ın bir şiir kitabının adı geliyor aklıma, bir de Ahlat Ağacı diye bir film var, büyük yönetmen Nuri Bilge Ceylan derinlemesine girdi bu mevzuya bu filmle!

        *

        Kürtçede ahlatın adı “girsik”tır.Armudun adı ise “hurmi”... Bildiğim iki dilde de, Türkçede de Kürtçede de armut üzerine birçok deyim ve atasözü var. Bu güzel meyve ile ayı arasında kurulan koşutluk ise başlı başına bir külliyattır...

        Türkçede “Armut” diye bir erkek veya kadın adına pek rastlanmaz. Ama tam tersine Kürtçede ”Hurmi” diye kadın adı var.

        Çocukluğumda, bu isimden bir kadın hatırlıyorum hayal meyal. Çok yaşlıydı ve yapayalnızdı. Hiçbir şeyi yoktu, tarlası, bağı bahçesi yoktu. Tek serveti öküzüydü. Dolayısıyla köyün zengini sayılırdı.

        Öküz deyip geçmeyin. Bir öküzün varsa hiçbir şeyin olmasa da olur. Tıpkı Hurmi gibi... Öküzü kiraya verirsin, çifte, çubuğa koşar, öküzün çalışır, köylüler öküzün emeği karşılığı sahibine zahire verir.

        Vakti zamanında o köylerden birisinde bir köylünün biricik öküzü durup dururken ölmüş. Adam kalbinden vurulmuş. Nasıl vurulmasın, öküzün ölümü, hayatın durması demek...

        Çünkü öküzün bir diğer adı “Çocukların Babası”dır. Öküzünün ölümü karşısında çaresiz kalan zavallı adam tüfeğini almış, caminin damına çıkmış. Silahını semaya doğrultmuş ve bağırmaya başlamış:

        “Ey koca kafalı” demiş, “Senin gücün çocukların babasına yetiyor, yiğitsen benim canımı al” diye isyan etmiş ve bir el ateş etmiş Tanrı’ya.

        Öküz, bu kadar mühim yani.

        Hurmi’den bahsediyordum... Yaylada sürüye bir ayı musallat olmuş. Çobanlar çaresiz, mal sahiplerini de yardıma çağırmışlar. Amer diye bir köylünün sırası gelmiş, silahını almış, ayı nöbetine çıkmış. Gecenin bir vakti, ay battıktan çok sonra, zifiri karanlıkta ayı yavaş yavaş sürüye yaklaşmış. Amer uyanık, silahını doğrultmuş koca ayıya, arka arkaya iki el ateş etmiş. Ayı böğürerek yere devrilmiş. Amer, bütün köye yaptığı büyük iyiliğin verdiği içi huzuruyla çadırına girmiş, uyumuş. Sabah bir de bakmışlar ki Amer, ayı yerine bir öküz vurmuş!

        Öldürülen öküz Hurmi’nin öküzüydü. Öküzün ölümünden sonra Hurmi de uzun yaşamadı, o da öldü.

        *

        Zaman zaman kullanırım bu sözü, Kürtçede benim durumunu da çok güzel ifade eden bir sözdür, derler ki, “Ayının bildiği on üç kelime, on üçü de armut üzerine...”

        Bu meyveye ayı neden bu kadar düşkün bilmiyorum. Ama dibine düştüğünü biliyorum, bir çok kişinin pişip ağzına düşmesini beklediğini biliyorum, sapının üzümün çöpüyle karşılaştırıldığını biliyorum ama en iyisini neden ayıların yediğini gerçekten de bilmiyorum.

        Pazar yerlerinde pazarcıların; “Gel vatandaş gel, armudun iyisi burada” diye bağırırlarken ironi mi yaptıklarını, yoksa ruhlarındaki şakacı yanı mı dışarı çıkardıklarını veya aşırı ve yersiz olan her şeyin bizi güldürdüğünü bildiklerinden mi böyle bir densizlik yaptıklarını bilmiyorum, bildiğim tek şey ayı deyince insanın aklına armut geliyor, o kadar.

        *

        Hikayeyi rahmetli Adem Dayım'dan duymuştum. Evimize her gelişinde anlattırırdım ona. O da her defasında hikayeye yeni kelimeler ekleyerek anlatırdı.

        Ona da babası anlatmış.

        Adamın biri tıpkı yaylada sürüye ayı girmesin diye bekleyen Amer gibi, köyde mısır tarlasına ayı girmesin diye nöbete durmuş. Gökyüzünde ay bakır bir sini gibiymiş. Huzur verici mehtap dağı bayırı aydınlatıyormuş.

        Nöbetteki adam ayının arkasına üç yavrusunu takarak tarlaya yaklaştığını görmüş. Silahını doğrultmuş ama üç küçük yavruyu görünce vazgeçmiş ateş etmekten.

        Beklemiş. Ayı yavrularıyla birlikte mısır tarlasına gireceğine, tarlanın kenarındaki armut ağacına yönelmiş. Armudu mısıra tercih itmiş yani. Yere düşmüş birkaç armudu yemeye başlamış yavrularıyla birlikte. Sonra ayı ağaca çıkmış, sallamaya başlamış. Yere ininceye kadar, düşen armutları yavruları yemiş bitirmiş. Tekrar çıkmış ağaca, tekrar sallamış, ininceye kadar yavruları tekrar armutları yemiş. Oysa onun amacı armutları toplayıp beraber yemek... Ama nafile. Üçüncü kez de aynı şey tekrarlanınca ayı bir yerde bir çukur kazmış pençeleriyle. Üç yavrusunu da toprağa gömmüş, çıkmış ağaca, sallamış, armutlar patır patır dökülmüş. Sonra inmiş, hepsini toplamış, bir yerde öbek yapmış, beraber yemek için yavrularını gömdüğü yerden çıkarmaya gitmiş. Toprağı açmış bir de bakmış ki üç yavrusu da havasızlıktan ölmüş.

        Hikayenin burasında Adem Dayım, o sırada ayının attığı çığlığın, feryadın nasıl bir şey olduğunu anlatmak için, “Ayı, çocuğu ölmüş bir kadın gibi ağlıyordu” derdi.

        *

        Armut deyip geçmeyin. Uğruna yavrularını gömecek kadar ayının müptela olduğu armuda dair değişik bir hikayeyi de çağımızın en önemli gündelik hayat filozofu sayılan, yazar, felsefeci Alain de Botton’un Sel Yayınları'ndan çıkan “Görmek ve Fark Etmek” adlı deneme kitabında okumuştum vaktiyle.

        1831 yılında, Fransa Kralı Louis-Philippe’in keyfine diyecek yoktu. Temmuz Devrimi’nden sonra tahta çıkmış, ekonomik buhran bitmiş, hükümeti başarılı icraatlar yapıyor, ülkenin her tarafında bir kahraman gibi karşılanıyordu. O da Paris’te Kraliyet Sarayı’nda muhteşem bir hayat sürüyor, ziyafetten ziyafete koşuyor, görkemli sofralarda çok sevdiği av hayvanlarını etini yiyor, bayıldığı kaz ciğerini tüketiyor, güzel şaraplar içiyordu. Zengindi, karısı ve çocukları onu seviyor, her tarafından mutluluk dökülüyordu.

        Ancak Kral’ın bu muhteşem hayatını rahatsız eden bir şey vardı. Charles Philipon adında, pek tanınmayan hınzır bir sanatçı, “Le Caricature” adlı hiciv dergisinde mutlu Kral’ın bir karikatürünü yapmış, densizlik yaparak majestelerinin kafasını armut şeklinde çizmişti.

        Fransız dilinin inceliğine bakın ki, bu güzel edebiyat dilinde “poire”, yani armut, aptal ya da ahmak anlamına geliyor.

        İşte Kral’ın buna tahammülü yoktu.

        Emir verdi, Paris’teki gazete bayilerinde bütün dergiler satın alınacaktı! Ancak bu sadece Philipon’un işine gelmekten başka bir işe yaramadı. Kral sanatçıyı “manevi şahsiyetine hakaretten” mahkemeye verdi. Sanatçı, tıklım tıklım dolu mahkeme salonunda yaptığı savunmada, kendisi gibi tehlikeli bir adamı yakaladıkları için yargıçlara teşekkür etti. Ancak heyet bir hata yapmıştı. Kendisini tutuklamış ama asıl suçlular dışarıdaydı. Armut biçimindeki her şeyin bir an önce tutuklanması gerekiyordu, hatta armutların hepsi tutuklanıp bir hücreye kapatılmalıydı. Fransa’daki ağaçlarda binlerce armut vardı, bunların her biri tutuklanmayı gerektirecek kadar suçluydu.

        Philipon, kendisine karşı açılan davayla böyle dalga geçti. Ancak mahkeme heyeti son derece ciddiydi, altı ay ceza aldı. Uslanmadı, ertesi sene aynı karikatürü tekrar çizdi, bu sefer yargılanmadan hapse atıldı.

        Kral’ın yüzünü ayının sevdiği bir meyve biçiminde çizdiği için toplam iki yıl hapis yattı.

        *

        Bazen ahlat ağacından bahsetmek için girersin yazıya, yazı seni alıp çocukluğunun dağ başındaki serin bir yaylasına, öküzü öldürülen adı Armut olan bir kadına, oradan yavrularını gömen bir ayıya, oradan Fransa’ya, mutluluğu bozulan bir Kral’a götürür.

        O yüzden yazı büyüdür demişler. O yüzden yazılı bir takım kağıtları muska yapıp meczupların boyunlarına hamaylı, kollarına pazubent diye takarlar.

        Diğer Yazılar