Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir yazıya başladım. Birkaç paragraf yazdım, bıraktım. Gerisi gelmedi.

        Kalktım yazı masasından, pencereye doğru yürüdüm. Koltuğa oturdum, tam pencereden karşıki koruluğu seyrediyordum ki, oğlum geldi;

        “Baba, yazını bitirdin mi?” dedi.

        “Hayır,” dedim, “olmadı.”

        “O halde sana bir yazı konusu bulayım,” dedi. Pencereden dışarıyı seyretti bir süre, “Şu ağacı... yok onu yazmıştın. Bence şu ucu görülen minareyle ilgili bir şey yaz” dedi.

        Kızım girdi devreye:

        “Miro, sen de o minareye taktın ha,” dedi dalga geçerek.

        Miro fikrini açıkladı:

        “Apartmanların arasından sadece ucu görünüyor minarenin. Akşam güneş vurunca parlıyor, gece başka bir renge bürünüyor... güzel işte, baba onu anlatabilir.”

        Sesi gittikçe kayboldu.

        *

        Aklım hep son günlerde ayyuka çıkan siyanürlü toplu intiharlarda. Onlara dair bir şeyler yazmak istiyorum ama olmuyor. O kadar derine inemiyorum, yavan kalıyor düşündüğüm her şey.

        Toplu intihar denemez bunlara.

        Toplu cinayet aslında hepsi.

        Hepsinde de fail, umudu tükenmiş babalar görünüyor.

        Antalya’dakinde iki çocukla baba el ele tutuşmuşlar, anne banyoya doğru koşarken ölmüş...

        İstanbul’dakinde son cinayette fazla ayrıntıya bakmadım.

        Yüreğim kaldırmadı çünkü.

        Bütün vakalarda da işi düşünen tasarlayan baba gibi görünüyor.

        İşi bozulan, hayattan vazgeçen, ona ölümle meydan okuyan, giderken sevdiklerini de alıp götüre babalar...

        Ailenin diğer fertlerinin biraz sonra öleceklerinden haberi yoktur, kesin.

        Çocukların nasıl olsun ki? İşi bozulan, dengesi altüst olan, hayatta tutunduğu ipin kopmak üzere olduğunu gören babadır.. Bunlardan çocuklara ne... Çocuklar o sırada oyuna bakarlar... Evdeki huzursuzluğu, yükselen acıyı anneler çeker. Eşinin rahatsızlıklarını bilir, çoğunlukla ortak olamaz, konuşmaya başladığında azarlanır, yol göstermeye kalkıştığında çaresizdir.

        Üç vakada da babalar ölümüne karar vermiş hepsinin, öyle görünüyor. Belki de hiç birisinin haberi olmadan yiyeceklerine, içeceklerine karıştırmış zehri... Ellerinden tutmuş, öyle yürümüşler ölüme...

        *

        Ölüm, birlikte kararlaştırılacak bir şey değildir. “Yarın kahvaltıdan sonra sinemaya gidelim” diye bir program yapabilir bir aile mesela, ama “yemek yedikten sonra hep birlikte intihar edelim” diye bir karar alınmaz.

        Sinsi bir yılan gibidir intihar fikri ilk başlarda... Görünmeden sokulur. Yaparsın ve her şeyden kurtulacağını sanırsın. Yapana öyle gelir. Bu dünyanın yükünden, üstündeki borç ağırlığından, girdiğin ruhi bunalımdan...

        İntihar küçük bir darbedir intihar kararını verenin beyninde.

        Bu kararı alanı böyle bir kara götüren şey, geride bıraktıklarıdır. Çoğu zaman geride kalan birilerinden bir intikam aracı olarak kullanılır intihar.

        İntihar eden, geride kalanı cezalandırdığını bilir.

        Son günlerin vakalarında bu kararı verenler, kendileriyle birlikte sevdiklerini de götürdüler giderken.

        *

        Hayatı bırakmak, yaşamaktan vazgeçmek, ifade edilmesi imkansız bir şey olsa gerek.

        Hayatı bırakmak ne kadar güçse, hayatı tarif etmek de o kadar güçtür.

        Ölüm kapıya dayandığında, artık önüne geçmenin imkansızlaştığı bir anda herhalde insanın aklına ilk gelen şey geride bıraktıklarıdır.

        Hele çoluk çocuk sahibiyse...

        Onları bir daha görmeme duygusu her duygunun önüne geçer.

        *

        En zor şartlarda bile hayatın ne kadar yaşanmaya değer bir şey olduğunu her düşündüğümde, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”da yazdığı, okuduğum günden beri beynime bir çivi gibi çakılmış o muhteşem paragraf gelir aklıma. Büyük usta yaşama isteğini şöyle anlatır o paragrafta:

        “Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmam da gerekse; o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.”

        Ölüm denilen o ince çizginin üstünde yürümeye başladığında insanın aklına herhalde milyarlarca şey gelir ama yaşama istediğinin tarifi nasıl bir şeydir diye sorulduğunda, ölüme bir kez gidip gelmiş, ölümün nasıl bir şey olduğunu tatmış, yok olmanın nasıl bir şey olduğunu ruhunda hissetmiş Dostoyevski gibi bir büyük anlatıcı anlatabilir onu ancak bu şekilde.

        *

        İnsanı intihara götüren yüzlerce sebep vardır ve olabilir. Ancak o yüzlercesinin somutlaştığı tek bir neden var, o da tükenen umut olsa gerek.

        Umudun bittiği yerde hayat durur.

        Geride biraz cesaret kalır.

        Umutsuzlukla cesaret birleştiği noktada intihar eylemi somut bir hal alır.

        *

        İnsanı yaşatan tek şeydir umut.

        Umut insanı hayata bağlayan yegane ip...

        O yüzden umudun hep diri kalması gerekir.

        Umut biterse, hayat da biter.

        Umudun bitmesini yine Dostoyevski idam cezası üzerinden şöyle örnekler.

        Bir ormanda, aç bir kaplan tarafından kovalanan bir insanın, kaplanın pençesine düşüp parçalanıncaya kadarki son saniyeye kadar yani umudu vardır, ölünceye kadar bir mucize bekler.

        Ama idama götürülen bir insanın hiçbir umudu yok.

        İdam cezası, umudu öldürür, o yüzden karşı çıkar Dostoyevski bu cezaya...

        Kendi idamına karar veren kişi de önce umudunu öldürür. Veya daha önce ölmüş olan umudu, onu intihara götürür.

        *

        Benim aklımın alamadığı tek nokta, hadi kendi umudunu öldürerek kendini öldürmeye karar verdin, diyelim insan denilen o muamma bunu yaptı, peki aynı kişi nasıl evladını da kendisiyle beraber götürür bir bilinmeze.

        Yavru bir ceylan bir kaplanın pençesine düşmek üzereyken, anne ceylan atlar o sırada, kendi yavrusunun yerine kendi bedenini teslim eder kaplana...

        Yavrunun yerine kendi canını feda eder... Bütün canlılar aleminde bu böyle, her canlı yapar bunu...

        Bu böyle olduğu halde bir baba, nasıl kıyabilir çocuğunun canına? Yemeğine, suyuna, o sırada yediği, içtiği her neyse ona siyanür karıştırmaya nasıl kalkışabilir?

        Eli nasıl varır buna?

        Aklımda bu deli sorular...

        Oğlum, ne minaresi, minareyi anlatmak kolay...

        Baban yazı yazıyor kendini bildi bileli...

        Sen minareyi yaz baba diyorsun babana...

        Hadi bakalım, baban nasıl yazacak bir başka babanın senin yaşındaki çocuğunu siyanürle zehirlemesini...

        Kolay mı yazıda o derinliğe ulaşmak!

        *

        Tek bir vaka olsaydı “baba cinnet geçirdi, karanlık bir kuyunun dibine düştü, ruhuna asit döküldü; kendi canına kıyarken çocuklarının, karısının da canına kıydı” der kolayca çıkardık işin içinden.

        Ama bir değil, iki değil, birkaç tane...

        “İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır” demişti Yaşar Kemal ruhumuzu yazarken...

        “Umut” kelimesini Türkçeye kazandıran da odur zaten.

        Bu topraklarda en zor zamanlarda, kanın çizmeyi aştığı, zelzelenin altüst ettiği, doğal afetlerin her şeyi alıp götürdüğü, kıtlığın insanlara çarıklarını yedirdiği, harp yıllarının zifiri karanlığında bile umut hep diri kaldı.

        “Umut fakirin ekmeğidir” sözü hayatımızın hülasası oldu.

        Bu sözden koca bir edebiyat yarattı bize bizi anlatanlar.

        *

        Demek umut çırpınan bir kuş ha şimdi!

        Demek umut, bu kadar çaresiz bir hale düşmüş hepimizin gözleri önünde.

        *

        Öyleyse eğer, gerçekten de büyük bir tehlike bekliyor hepimizi.

        *

        Hemcinslerinin başındaki örtüye saldıran gerzeklerle baş edebiliriz.

        Etrafımızı saran ateşten korunabiliriz.

        Bize kardeşliğimizi haram etmeye kalkışanlarla kolayca savaşabiliriz.

        Paramız azalmışsa, tekrar para kazanabiliriz.

        Fakir düşersek tekrar ayağa kalkabiliriz.

        Birbirimize sözle ne kadar yaralasak, gün gelir birbirimizin yaralarına merhem sürebiliriz.

        Birbirimize ne kadar düşman olursak olalım, an gelir nihayette tekrar barışabiliriz.

        Suyumuz azalsa uzaklardan su getirtebiliriz.

        Ekmeğimiz azalsa hızarla ağaç kesip onun tortusundan çorba yapabiliriz.

        *

        Ama umudumuzu yitirirsek!?

        İşte o çok fena..

        *

        Yeni doğmuş bir bebeğin hayata asılmasıysa umut...

        Umut, aşk da dahil olmak üzere her şey çekip gittiği halde kalan tek şeyse...

        Geceleri başımızı yastığa koyup gözlerimizi yumduğumuzda, muhayyilemizin ulaştığı en uzak noktaysa umut...

        Umut, en karanlık anda parlayan küçücük bir ışıksa eğer....

        Uyanıkken gördüğümüz bir rüyaysa umut...

        Umut, ölümün kurşun sıktığı bir şeyse eğer...

        Şair sözüdür, bilelim ki “umuda kurşun işlemez.”

        *

        Umuttan umudu kesmeyelim.

        En zor zamanlar için cebimizde hep az biraz umut gezdirelim.

        İlham Berk’in şiirindeki gibi:

        “bu yükün altında öleceksin” dedim hamala.

        “ölüm kolay, sen umuttan haber ver bana” dedi

        ve ekledi

        “umut varsa dünyayı vur sırtıma!

        Diğer Yazılar