Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        1983 yılında fakülteye başladığım ilk sene, bize “İnkılap Tarihi” dersini veren, şimdinin dünyaca ünlü tarih profesörü, o zamanın “Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi” üzerine mükemmel bir doktora tezini iki sene önce yayınlamış civan hocası M. Şükrü Hanioğlu, belki de düzeyimizi ölçmek, lisede hangi bilgilerle donanıp üniversiteye geldiğimizi aşağı yukarı anlamak için şu soruyu sordu girdiği ilk derste:

        “Abdülhamit döneminde, yönetim aleyhtarı düşünceler Mülkiye veya Harbiye okullarında ‘kısmen’ görülmesine rağmen, ‘en fazla ’Mekteb-i Tıbbiye’de görülüyordu. Sizce bunun sebebi ne olabilir?”

        Hakkari Lisesi’nden o yıl mezun olmuş, bu kadar büyük bir okulda, bu kadar çok “bilgili” akranımın arasında, arka sıralardan birisine oturmuş taşranın da taşrasına mensup bir yeni yetme olarak, ürkek ürkek el kaldırdım. “Pozitif bilimlerin okutulduğu Tıbbiye sorgulamaya daha çok...” dedim ve gerisini karıştırdım, kurduğum cümleler birbirine bağlanamadı ama sanırım hocam, içinde “pozitif” kelimesi geçen dağınık cümlelerime bir kıymet vermiş olacak ki, söylediğim abuk sabuk şeyleri kısmen onayladı, sonra onları “altlık yaparak” sorusunun cevabını kendisi vermeye başladı.

        REKLAM

        Her sene ilk dersine bu soruyla başlıyormuş; mühim bir mesele olarak addediyor. Üstelik Tıbbiye’den çıkma Abdullah Cevdet üzerine yaptığı araştırma da bu soruyla açılıyordu.

        Anlatmaya başladı.

        *

        “Bozguncu” fikirlerin Tıbbiye’de filizlenmesinin esas nedeni o okulda okutulan derslerin içerikleriydi. Tıbbiyenin ders kitapları Fransa’dan geliyordu. O dönem Fransız aydınları arasında “pozitivizm” fikri oldukça revaçtaydı. Hocalar da hakeza... Burada ders veren hocalar da aynı fikirlerle donanmışlardı. “Biyolojik materyalizm” fikri bu mektepte hızla yaygınlaştı. Din toplumun her şeyini biçimlendiriyordu o zamana kadar. Din dışı fikirlerle donanmış bu mektepten yetişen yeni aydın tipi, toplumun yüzyıllardan beri gelen değerler sistemiyle çatışmaya başladı.

        O çatışma hala devam ediyor.

        *

        Bu yüzden olsa gerek; adına bazılarının “ilericilik” dediği, aslında etkisi bugün de süren kendi değerlerine yabancı, dışarıdan geleni hiç sorgulamadan kabullenip başının gözünün üstüne koyan fikirler, “ders içeriklerinden” dolayı Harbiye ve Mülkeye’ye, Tıbbiye’ye nazaran biraz geç sirayet etti.

        “Batının sadece teknolojisini alalım bize yeter” diyen Abdülhamit’in Müslüman, dindar ailelere mensup Anadolu çocuklarına İstanbul’daki mekteplerin kapılarını açmasıyla birlikte, ilk dini eğitimini babası ve imam olan amcasından almış tıpkı Abdullah Cevdet gibi Tıbbiye’ye gelen “dindar” ailelerde büyümüş öğrencilerin çoğu, kısa süre içinde Gustave Le Bon, özellikle de Félix Isnar’ın kitaplarını okuyarak “biyolojik materyalizmin” girdaplarına kapılıp, bir süre sonra Tanrının varlığını kimya formülleriyle açıklamaya giriştiler.

        REKLAM

        O formüllerle bir yere varamadıkları muhakkak ama buradan, daha sonra imparatorluğun kaderini tayip edecek, belki de günümüzün de biçimlenmesinde pay sahibi olan bir hareketin, “ittihatçılığın” doğumuna ebelik yaptılar.

        *

        İttihatçıların tek bir hedefi vardı; ne olursa olsun, bir an önce Sultan Abdülhamit’ten kurtulmak! Abdülhamit gidince, yerine ne koyacaklar, nasıl bir yönetim sistemi getirecekler, bu konuda hiç birisinde kayda değer tek bir fikir yoktu.

        Peki bugün var mı?

        Bugün de yok!

        *

        “İttihatçılığın” ilk nüvesini 1889 yılında Tıbbiye’de okuyan dört talebe oluşturdu. İbrahim Temo adında bir Arnavut, Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti adlarında iki Kürt, Mehmed Reşit adında bir Çerkez... Bu dört talebe “İttihad-ı Osmani Cemiyeti”nin öncülüğünü yaptılar. Kısa bir süre sonra halkanın genişlemesiyle birlikte bir “piknikte” bir araya gelen cemiyet üyeleri onu; daha çok İtalyan Karbonari Mason Teşkilatı’nı örnek alarak, hücreler halinde yapılanmış, her üyenin bir sıra numarasına sahip olduğu gizli bir cemiyete dönüştürdüler.

        Tek bir amaçları vardı:

        “Devletin ve milletin selameti için” Abdülhamit’ten kurtulmak!

        Abdülhamit istibdadı bitecek, anayasa tekrar yürürlüğe girecek, tahta yeni bir padişah oturacak...

        Böylece her şey ve her yer güllük gülistanlık olacak!

        *

        Bir yığın kumpastan, akla hayale gelmeyen gelişmelerden, ölümden, sürgünden, acıdan, ıstıraptan sonra 23 Temmuz 1908’de Sultan Abdülhamit, bir askeri darbe tehdidi altında ittihatçıların dediğini yaptı.

        Tekrar meşrutiyet ilan etti, kaldırdığı Kanuni Esasi’yi yürürlüğe soktu. Basına sansür son buldu. Siyasi tutuklular için af ilan edildi. Hafiye şebekesi dağıtıldı. Olağanüstü mahkemeler feshedildi.

        REKLAM

        Basın şaha kalktı, uzak vilayetlere ve ülke dışına çıkartılmış sürgünler memlekete geri döndü ama ordu ve ittihatçılar, gözünü padişahın üzerinden hiç ayırmadılar.

        *

        İttihatçılık bir Rumeli hareketidir. Merkezi Makedonya’dır. İkinci Meşrutiyet’e kadar İstanbul’da varlığı bile bilinmiyor.

        O yüzden ilan edilen meşrutiyet, anayasanın yeniden yürürlüğe girmesi, Meclis-i Mebusan’ın yeniden toplanması, her alanda serbesti... her şey Ulu Hakan Abdülhamit’in lütfu olarak telakki edildi. Sultan durup dururken imana gelmiş, etrafını “kötü” adamlardan temizlemiş, “hürriyet”i, “müsavat”ı, “adalet”i, “uhuvvet”i bol keseden dağıtmaya başlamıştı. O halde “Padişahım çok yaşa!”

        Abdülhamit bir bedel ödemiş ama bu bedelin karşılığında da bir kahraman olmuştu.

        İttihatçılar iktidarda yoklar ama asılında varlar. Ellerinde darbe kılıcı, sultanın etrafında fır dolanıyorlar. Gözle görülmüyor, elle tutulmuyorlar; tıpkı korona virüsü gibi... Kurdukları tam bir “vesayet” rejimi... Ne iktidarı alıyor, ne de padişaha rahat veriyorlar. (Yakın tarihe bakın, ne kadar tanıdık bir rejim, değil mi?) Aralarında hiçbir tecrübeli siyasetçi yok. Memleketin geleceği için hiçbir projeleri yok. Herhangi bir sınıfsal tabanları da yok. Her meslekten, her toplumsal tabakadan insanlar var aralarında. Çoğunluğu küçük burjuvalardır; avukatlar, yazarlar, gazeteciler, memurlar, genç subaylar... Siyaset dünyasıyla ilişkiye girecek kanalları eksik, tek siyasi fikirleri Meşrutiyet’in tekrar ilanıdır.

        Sultan’ın artan popülaritesi de her şeyin üstüne tuz biber eker. En iyisi Makedonya-Selanik hattını sıkı tutmak ve Sultan’ı alaşağı edecek bir askeri darbeyi bir an önce örgütlemek!

        REKLAM

        31 Mart Darbesine giden yol, siyasi karışıklarla, gazeteci-yazar cinayetleriyle doludur.

        Abdülhamit’i indirecekler ve İstanbul dışına sürgüne gönderecekler. Ama bunun için “irticanın hortlaması” lazım, “irtica bu, camide durduğu gibi durmaz”, aniden hortlar, isyan çıkar!

        Rumeli’den gelen Hareket Ordusu İstanbul’da kontrolü ele geçirdikten sonra 28 Nisan 1909’da gece saat bire doğru bir heyet Yıldız Sarayı’na gider, Sultan Abdülhamit’e Selanik’e sürgün edildiğini bildirir. Selanik İttihatçıların başkentidir, en iyi burada Sultan’ı gözetim altında tutabilirler.

        Abdülhamit gelen heyete, “Ben burada ölmek istiyorum, ecdadımın mezarı buradadır, beni buradan götürmeye zorlamanız meşrutiyete aykırıdır” dediği halde dinlemezler.

        Sultan’ın İttihatçılardan kopardığı tek taviz, ailesi ve çocuklarını beraberinde götürebilmesidir.

        28 Nisan 1909’un ilk saatlerinde Sultan Abdülhamit Yıldız Sarayı’ndan ayrılır, Sirkeci Garı’na gider. Garda onu Selanik’e götürecek özel tren harekete hazırdır.

        *

        İttihatçılar iktidarı ele geçirir, çok değil sekizsene içinde koca Osmanlı İmparatorluğu’nu batırırlar.

        *

        Dr. Abdullah Cevdet’e gelince...

        “İttihat Terakki Cemiyeti”nin kurucu babalarından, Arapkirli bir Kürt olan Dr. Abdullah Cevdet, bir eylem adamından çok bir “siyasal düşünür” olarak sivrildi onların içinden.

        Abdülhamit gittikten sonra yerine gelecek idareye dair ciddi bir fikri olan neredeyse tek isimdi o. Padişahlık yerine bir Cumhuriyet rejiminin kurulmasını savunuyordu. 1906 yılında bu fikrini yüksek sesle dillendirdi. Théodule Ribot’un “kalıtım nazariyesi” fikrinin esasını teşkil ediyordu. Bu nazariyeye göre, bir yere kapatılan esaret altındaki hayvanlar, bir süre sonra ırksal özelliklerini kalıtım yoluyla gerçekleştiremiyorlardı. Buradan yola çıkarak şu sonuca ulaştı:

        Osmanlı hanedanının mensupları, karanlık sarayların dört duvarları arasında, kafese kapatılmış gibi münzevi bir hayat süre süre, sonunda hepten bozuldu. Bu yüzden Osmanlı monarşisi yıkılmalı, yerine yepyeni bir cumhuriyet kurulmalıydı.

        Yalnız Abdullah Cevdet bu fikirlerini herkese benimsetemedi, zaten bir süre sonra “ittihatçılığın” dışına çıktı veya düşürüldü. Dediği de oldu, 17 yıl sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları Cumhuriyet’i kurdu. Abdullah Cevdet’in birçok fikri Kemalist devrimlerin özünü oluşturdu ama kendisi sisteme dahil edilmedi, yalnızlaştırıldı, sefalet içinde öldü. (1919 senesinde İstanbul’da Kürtçe-Türkçe çıkan “Jin” dergisine “Bir Kürt” müstear adıyla yazılar yazdı, Kürtlerin lisanlarına sahip çıkmalarını, kimliklerini yükseltmelerini ve Kürtçenin Latin alfabesine dönmesini önerdi.) Cumhuriyet’le birlikte fikri yönetime geldi, kendisi kenara atıldı, onun yerine başka bir Kürt, Ziya Gökalp sisteme dahil edildi.

        O da, bir “alageyik” sırtında “Kızıl Elma”yı kovalaya kovalaya bizi ta Orta Asya’ya kadar sürükleyerek yepyeni bir “genesis”in fikir babası oldu.

        Diğer Yazılar