Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Korona illeti yüzünden, karanlık bir sinema salonunda şöyle rahat bir koltuğa keyfince kurulup iyi bir film seyretmeyeli nereyeyse altı ay oldu.

        Galiba hayatımın en uzun aylığıdır bu sinemadan.

        Buna karşın bu süre zarfında, çetelesini tutmadım ama onlarca roman okudum.

        Dolayısıyla sinemadan yeni çıkmış değil de, hep bir romandan yeni çıkmış insan halini yaşadım. Evde seyrettiklerimi sinemadan saymadığımdan “sinemadan yeni çıkmış insan” halimi özleyip durdum bu yüzden. O hal kendine has bir haldir, bir romanı okuyup bitirdikten sonraki ruh haline benzemez.

        *

        Sonuçta birbirinden farklı iki sanattır sinema ile edebiyat. Birbirini besleyen iki sanat ancak genellikle iyi edebiyattan iyi sinema nadiren çıkar, yapılmış bir filmin romanını ise henüz hiçbir yazar yazmadı bu zamana kadar.

        Mesela Nuri Bilge Ceylan’ın bir filmini seyrettiğimde, birkaç yazarın sanki birlikte yazdıkları bir romanı okumuşum gibi gelir bana. Bazı yazarların romanları da bir film seyrettirir okuma serüvenim boyunca.

        Yine de sinemanın insanda yarattığı mutluluk, edebiyatın ise ruhunda oluşturduğu tedirginlik hissi belirgin bir şekilde ayrılır birbirinden.

        Çünkü sinema insanı mutlu, iyi edebiyat ise huzursuz eder…

        *

        Hayal kurmanın gittikçe zorlaştığı, kurduğun her hayalin gördüklerin, yaşadıkların karşısında mecalsiz kaldığı bir çağda, gerçek hayatı kurulmuş bir hayal gibi tasarlarsan eğer, işte tasarladığın o şeyin adıdır sinema.

        REKLAM

        O halde roman nedir?

        Ne kadar zorlarsam zorlayayım, büyük Yaşar Kemal’in tarif ettiğinden daha güzel bir tarif bulamam:

        “…her okuyucu bir romanı okurken okuduğu romanı başından sonuna kadar yeniden yaratır. Diyelim ki bir zeytin ağacı geçiyor romanda, okuyucunun bahçesindeki zeytin ağacı gelir, romanın içine oturur. Bir ovayı okursa bildiği, yaşadığı ovayı getirir gözlerinin önüne. Hiç ova görmemişse, bir ova yaratır oraya koyar. Romanların gücü bu yaratmaya bağlıdır.”

        Demek ki roman, sinemanın tersine hayali bir dünyayı gerçekmiş gibi tasarlama, tasarladığın o hayale de okuru ikna etme becerisidir. Sinemanın aksine bir ekip işi değildir roman. Tek kişinin ürünüdür. Bir yalnızın, başka yalnızlara yalnızlık hikayelerini anlatma becerisidir. Sinema gibi en az bir buçuk saatlik bir zamana ihtiyacı yoktur romanın. Çoğu zaman beş dakikada anlatılacak bir meseleyi yüzlerce sayfada, ağır akan, bazen de duran zaman eşliğinde, genellikle de kayıp zamanın izini sürme sanatıdır. Roman birçok hayatın şahidi yaptığı gibi insanı, bize aynı zamanda bir o kadar hayat da vadeder. Bir romanı okumaya başlarken yaşadığınız ruh hali, onu bitirdiğinizde kesinlikle aynı ruh hali değildir, o hal çoktan sizi terk edip gitmiş başka yerlere.

        *

        “Sinemadan çıkmış insan” ile “romandan yeni çıkmış insan” da aynı insan değildir.

        Biri mesut, öteki huzursuzdur.

        Eskiden küçük kasabaların, küçük şehirlerin, büyük şehirlerin kenar mahallelerinin; bütün müdavimlerinin birbirini tanıyıp selamlaştığı, birisinin biterse ötekinin kağıt külahından çekirdek alıp çitlediği eski zaman sinemalarından çıkan çocuklar, filmde ne gördülerse uzun süre onu yaşar, onu taklit ederlerdi. Wang Yu gibi karate yapar, Malkoçoğlu gibi ata biner, duvardan atlar, sağ elinin işaret parmağını silahın namlusu yapar, sol avucunun içine koyar, göz hizasına kadar havaya kaldırır, sağ gözünü kapatır, ağzıyla “dıkşın, dıkşın” seslerini çıkararak “Çirkin Kral” gibi “kalleş” öldürürlerdi.

        REKLAM

        Uzun süre filmin hayali dünyasında yaşar, filmin etkisi bittiğinde ancak gerçek hayata dönerlerdi.

        *

        İşin bana güzel gelen yanı, sinemadan çıkmış insanın ruh halini en güzel bir romancının anlatmış olmasıdır.

        Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” romanının başkahramanı “C.” bulduğu her fırsatta bir sinemanın huzur veren karanlık salonuna sığınan bir münzevidir. Bir keresinde, yine sinemadan çıkar, o anı şöyle anlatır:

        “İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: ‘Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.’ Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı. ‘Eve gidip okusam.’ Durağa yürüdü. ‘Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar...’ Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. ‘Ne adamlar be. Güldüysem güldüm, size ne?’ Duramadı orda, yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki sinemadan çıkmış kişiyi öldürdüler. Sağ kalan sıkıntılı, kızgın...”

        Karanlıkta, perdede gördüğümüz bir beşerin yarattığı insanların dünyası ile dışarıda büyük Yaradan’ın yarattığı gerçek insanların dünyası arasına sıkışmış, yani kısa bir süre Araf’ta kalan, ömrü kelebeğin ömrü kadar olan insandır sinemadan yeni çıkmış insan demek ki. Gerçek her zaman hayali galebe çalar, “o kısa ömürlü yaratık” oracıkta, sokak ortasında, beraber sinemadan çıkmış öteki yoldaşlarıyla birlikte can verir, kimse dönüp bakmaz ona.

        REKLAM

        Tabi bütün bunlar, sinemaların çıkış kapılarının sokaklara açıldıkları zamanların halleri, şimdi ise çok az sinemanın çıkış kapısı sokağa bakar.

        *

        Bir roman okumak, o romandan kendi filmini çekmek demektir. Derinliklerine dalar dalmaz hikayenin, Yaşar Kemal’in sözünü ettiği o “zeytin ağacı”, o “ova” bir anda sökün eder. Yazar gördüğü şeyi bize tarif eder, hafızada onu bir görüntü haline getirmek ise bize düşer.

        Sinemaya oranla romanla, hikayeyle ilişkimiz uzun ömürlüdür. En uzun film, istisnalar hariç iki saatten biraz fazladır. Oysa romanla günlerce yaşarız. İlişki uzadıkça, roman zamanı esir alır, içinde kalakalırız. Bu da bizde bir tür derinlik sarhoşluğuna benzer bir sarhoşluğa yol açar, üzerimize tatlı bir uyku hali çöker.

        *

        Sinemadan kalabalık bir arkadaş grubuyla çıkabilir insan. Ama romana yalnız girer, yalnız çıkar. O yüzden bütün iyi romanlar, ruhumuzda bir ürperti bırakır. “Romandan çıkmış insan”, “sinemadan çıkmış insana” nazaran daha uzun yaşar.

        Mutluluk geçici, huzursuzluk ise uzun ömürlüdür çünkü.

        Lüzumlu bir açıklama

        Dün bir internet sitesinde, benim "Türkiye'yi terk edip İsveç'e yerleştiğime" dair haber yayınlandı. Bir Ege kasabasında, bir grup dostla gezerken bir arkadaşım verdi bana haberi. Memleketi terk ettiğim falan yok, ben buradayım! Eşim ve çocuklarım İsveç vatandaşıdır, çocuklarımız bu yıl eğitimlerine orada devam edecekler, ben de arada bir onları ziyaret ediyorum, gidip geliyorum anlayacağınız. Memleket canın istediği zaman terk edilen bir sevgili değildir ki...

        Diğer Yazılar