Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Her yazar bir şehrin, bir mekanın kokusunu, rengini, kirini, pasını taşır üzerinde. Adı aklınıza düştüğü anda, eğer o yazarı iyi tanıyorsanız hemen bir resim canlanır gözünüzde.

        Dostoyevski’nin mekanı Petersburg’tur; kahramanları o şehirde dolaştırır her tarafı yara bere içindeki ruhlarını

        Yaşar Kemal uçsuz bucaksız Çukurova’dır. Pamuk tarlaları, çeltiktir, devedikenidir. Doğanın kokusudur, onun adını duyduğumuzda koca gövdesi gözümüzde canlanmadan önce, çiçeklerin, otların kokusu hücum eder beynimize.

        Sait Faik baştan ayağa İstanbul’dur. Her satırı İstanbul kokar.

        Balzac Paris’tir mesela. Derler ki, bugünkü Paris şehrini şiddetli bir deprem yok etse, sadece Balzac’ın romanlarına bakarak onu yeniden inşa etmek mümkündür.

        Ölüm haberini Pazar günü aldığım Demir Özlü ise tek bir şehri değil, aynı anda iki şehri, biri bizden biri Avrupa’dan iki şehri, İstanbul ile Stockholm’ü getiriyordu aklımıza.

        *

        İstanbul’u Stockholm’le buluşturan bir yazardı Demir Özlü. Sürgün şehri Stockholm’den terk ettiği İstanbul’a gidemediği zamanlarda, yarattığı roman kahramanlarını, hikaye kişilerini gönderdi İstanbul’a. Özlediği, gezmek görmek istediği, orda olmaya can attığı hangi semt, hangi mahalle, hangi cadde, hangi sokak, hangi kahve, hangi meyhane varsa, kahramanlarını oralara götürdü.

        REKLAM

        O yüzden bir yazar için çoğu zaman sürgün bir ceza değildir. Memleketten memlekete, şehirden şehre hayal uçurmayı bilenler bir ceza olarak sürgünlükten pek etkilenmezler!

        *

        Aslında onunki mecburi bir sürgünlük değildi, bu ülkenin “hoyratlığı” (Belki de bir hikayesinde geçen şu cümle: “Bizimdi bu kent: İstanbul. Burada yaşıyor, burada âşık oluyor, burada tutuklanıyor, burada atılıyorduk partiden”) “küstürmüştü” onu, “bir süre dışarıda yaşamak iyi olacak” dedi, Stockholm’e gitti, o sırada askeri darbe oldu, daha önceki darbede mahpushaneyi görmüştü, gelmedi, darbeci askerler de onu vatandaşlıktan attı, ancak 1989’da dönebildi memlekete.

        *

        Sürgündeyken memleketini bir sevgiliyi özler gibi özler insan. Ama her şeyini... (80’li yıllarda Haliç fena kokardı. O civarlara köpek bağlasan durmazdı kesif kokudan. 90’lı yıllarda, uzun bir süreden beri sürgünde olan bir dostuma sormuştum “İstanbul’un en çok neyini özledin” diye, “Haliç’in pis kokusunu” demişti.) Bir sürgün ruhunda hep soğuk fırtınalar eser. Yaz kış üşür. Edward Said bunu “kış ruhu” diye tarif etmişti. Alime göre “sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz bir gediktir.”

        “Ev” çok uzaktadır bir sürgün için. Artık ne yaparsa yapsın eve dönmesi mümkün değildir.

        Aradan zaman geçer, “eve dönme” imkanı doğar, kalkar gider ama yıllar yılı özlemini çektiği, geceler boyu uyumasına mani hasretin şekillendirdiği, şiirler yazdığı, hikayeler kurduğu, türküler söylediği “ev” hayal ettiği yerden kalkıp göçmüş, yerini bir yıkıntı yığınına, bir harabeye, bir mezbeleliğe bırakmıştır. Ne o evin duvarlarında hayal ettiği sesler yankılanıyor, ne de o evin içinde düşünü kurduğu mutluluktan eser var. Bu muydu onca yıl kederle beklediğim yer der ve bu kez sürgün yurdunu özlemeye başlar.

        REKLAM

        Yıllar sonra memleketine dönüp orada tutunamayıp sürgün memleketine geri dönenlerin yaşadığı şey budur.

        *

        Belki de bunların hiçbiri Demir Özlü’nün başına gelmedi. Ama bu duygunun edebiyatını şehirler üzerinden giderek en iyi yapan yazarlardan birisi oldu. Ne “ağlak” bir sürgün yazarı ne de “nostaljik” bir anayurt yazarı oldu. Mekanı ve geçmişi hep içinden geçerek yazdı.

        Yıllar sonra İstanbul’a gelip gitmeye başladıktan sonra, Stockholm’de tanıştığı memleketten başka bir sürgüne, bir Kürt yazar arkadaşına, Mehmed Uzun’a İstanbul’dan yazdığı 17 Ağustos 1994 tarihli, ölümünden sonra Mehmed Uzun’un mektupları arasında bulduğum bir mektupta bu duyguyu şöyle anlatır:

        “Mehmet’ciğim,

        1 Eylül akşamı Stockholm’e geliyorum. Hemen iki gün kalıp Gotland’a geçeceğim. Stockholm’daysan hemen görüşelim.

        İstanbul o kadar geri, o kadar problemlerle dolu ki, kuşkusuz maddi olarak da zihnen de durmadan gerileyen, çöken, geleceksiz bir toplum bu. Bütün sorunların üzerine pis sular ve kolera salgını var.

        Bereket iyi çevirirler çıkıyor da vakit geçirebiliyorum.

        -Borges’in Can Yayınları’ndan çıkan “Yedi Gece” adlı, yedi konuşması çok renkli, çok güzel. Hemen okudum.

        -Scot Fitzgerald’ın yeni bulunan “Son Hükümdar” adıyla çevrilmiş “The Last Tycoon”u (Can Yy.) (bitmemiş roman) gene o derece güzel sayfalarla dolu ki, insan yüksek duygulara ulaşıyor, mutlu oluyor.

        Pirendello’dan pek çok şey okudum. Aktüaliteyle de hiç ilgilendiğim yok. Başka şeyler okudum. Svevo mesela.

        Bir daha buraya gelmem güç olacak.

        (…)”

        *

        “Bir daha gelmem güç olacak” dediği İstanbul’a bir daha, bir daha, bir daha geldi, sonuçta “Her şey İstanbul’da başlar, gene ona döner. Dünya kenti denen kentlerin en gerçeği” diyen o değil miydi bu şehir için? İstanbul’a geliyordu, her gelişinde bir şeyini eksilmiş halde buluyordu şehrinin. İstanbul’daki her değişim ondan bir şey eksiltiyor, alıp götürüyordu. Bir süre sonra, “sokaklarına kadınların güzelliği yansımış olan”, “yalnız, tenha, insansız kent...” dediği Stockholm’e geri gidiyordu, orada her şey bıraktığı gibiydi. Hiçbir şey değişmiyordu.

        Zaman ne tuhaftı. Zaman Stockholm’e sanki dokunamıyor, sanki şehir zamanın kıyıcılığına karşı bir kahraman gibi direniyor da İstanbul hemen teslim olmaya hazır bir esir gibi davranıyordu. İstanbul ne zamana ne de bize kafa tutuyor, kendini hoyrat, kıyıcı ellerimize hemen teslim ediyordu ama Stockholm öyle mi? Taş gibi yerinde duruyordu. “Kelimelerle şehirlerin haritasını çizmeyi” bilen bir yazarın katlanacağı hal değildi bu hal.

        2003’te yayınlanan “Kentler, Kadınlar, Yazarlar” adlı deneme kitabında şehri şöyle anlatıyor:

        “Bir sahnedir şehir. Kentli insan, evinden sokağa çıktığında, sahneye çıkmış olur. Kentin aynalarında kendi görüntüsünü görür. Hangi aynalarda? Kentin sokaklarını çevreleyen binaların yüzleri kentin aynalarıdır. O yüzden binaların yüzlerinin (fasadlarının) güzel olması önemlidir. Kentin pasajları kentin aynalarıdır; kentin çarşıları, dükkânlar, dükkânların vitrinleri, kaldırımlar... hepsi, kentli insanı yansıtan aynalardır. Lokantaların, otellerin, barların girişleri, kapılar, kapıları örten güneş perdeleri, geçitlerin döşemelerini süsleyen mozaikler, mermerler, sinema-tiyatro antreleri, hepsi aynadırlar. Şehir insanın yansısıdır; ama ona kendi görüntüsünü yeniden yansıtan bir aynadır da.”

        REKLAM

        *

        Demir Özlü deyince iki şehir gelir aklıma. Biri tarih kadar kadim İstanbul, öteki evlerimizin içi kadar temiz Stockholm… Birisi zamana ve insana kafa tutan, öteki zamana ve insana teslim olan iki şehir…

        Bundan sonra iki şehrin de aynalarında onun görüntüsünü arayacağım sokaklarında dolaşırken. Ayna, bakanın görüntüsünü yansıtır diyorsanız, her okur sevdiği yazarın eserleri içinde kendi görüntüsüyle karşılaştığı için o yazara hayranlık besler zaten derim size ben de.

        Demir Özlü; İstanbul’dayken Stockholm arkasından geldi, Stockholm’deyken İstanbul… Şimdi ikisinden de uzak bir yere gitti, şehirler bir tek ölünün arkasından gitmezler.

        Allah rahmet eylesin.

        Diğer Yazılar