Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Son günlerde arka arkaya gelen iki açıklama kadar “talihsiz” açıklama az görülmüştür kültür sanat tarihimizde ve ileride bugünlerin tarihini yazacak olanlar, bu açıklamalara bakıp bunların yaşanıp yaşanmadığını uzun uzun tartışacak, belki de “Bütün bunlar o dönemin şakalarıydı, salgın hastalık onları bu hale getirmişti, vah zavallılar,” deyip mavrasını yapacaklar.

        Birincisi; birilerinin ortaya çıkıp Orhan Pamuk’un “Veba Geceleri” romanında“Atatürk’le alay ediyor” diyerek “faşizmin fırınına odun taşıması” üzerine Yapı Kredi Yayınları’nın yaptığı “Vallahi, billahi alay etmiyor,” yollu açıklaması (madem arkasında durmayacaksın neden transfer edip “renklerine katıyorsun” yazarı!); ikincisi de Erkan Oğur’un İbrahim Kalın’ın türküsüne kopuzuyla eşlik etmesi üzerine kopuzunu başında paralamaları tehlikesi karşısında nedamet getirip “kopuzum kırılaydı da o kopuzu çalmayaydım” demesi…

        Birincisi ne kadar saçmaysa, ikincisi o kadar talihsizdir. Demek ki birilerinden korkmak için ille de onun iktidarda olması gerekmiyor diyorum ve sizi Cumhuriyetten birkaç yıl öncesine götürmek istiyorum.

        Bu memleket her dönemde aynı memlekettir çünkü…

        *

        Bir romanı roman olarak değil de “kesinleşmiş mahkeme kararı” olarak okuma geleneği bizde Cumhuriyet kadar eskidir. Hatta Cumhuriyet’ten daha eskidir…

        Bugün Orhan Pamuk’un başına gelenlerin bir benzeri 1921 yılında yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun da başına gelmişti. Hadise büyümüş, işin içine Atatürk de dahil olmuştu…

        Güzel hikayedir, anlatacağım!

        *

        Yakup Kadri, gençliğinde “Nur Baba” diye bir roman yazar, roman 1921 yılında “Akşam” gazetesinde tefrika edilir, (o zamanlar gazetelerde tefrika edilen romanlar günümüzün tv dizileri yerine geçiyordu) gürültü kopar, tartışmalar başlar, suçlamalar, ithamlar derken gelen tepkiler üzerine tefrika yarım kalır ancak bir sene sonra, 1922 yılında kitap olarak basılınca aynı kıyamet bu sefer daha şiddetli kopar. Bir sene sonra bir baskı daha yapar roman, üçüncü baskısı 1948 yılında Latin harfleriyle yapıldıktan sonra da romanla ilgili tartışmalar devam eder.

        Kendisi de bir vaktiyle “nasip almış” bir Bektaşi olan Yakup Kadri, iyi bildiği bir Bektaşi tekkesinde, o tekkenin şeyhiyle genç karısı arasındaki aşkı konu alıyordu romanında. Fakat kimse bu aşkla ilgilenmez, kitapta anlatılan “Bektaşi ayinlerine” yoğunlaşır herkes. Tıpkı bugün “Orhan Pamuk Atatürk’le alay ediyor” diyenler gibi o gün de bir grup çıkar, Yakup Kadri’yi “bir sırrı açıklamakla”, “Bektaşilerle alay etmekle, onları küçük düşürmekle” suçlamaya başlarlar.

        *

        Romanla ilgili ilk ciddi eleştiriyi Ahmet Haşim yazar ve büyüyen tartışmaları “Denebilir ki İstanbul Nur Baba’nın badesiyle sarhoştur,” diye tarif eder. Ardından Halide Edip romanı edebi açıdan ele alır, onu Knut Hamsun’un “Pan”ına benzetir ve Yakup Kadri’nin okuyucuyu aşina olmadığı bir dünyaya götürdüğünü, bu yüzden bu kadar gürültü kopardığını söyler.

        Zamanın Oda Tv’si, Hürriyet Gazetesi, sözcüsü şahidi, bir tık için -Meral Akşener’in deyimiyle- her türlü “zevzekliğe” hazır irili ufaklı, lüzumlu lüzumsuz bir yığın internet sitesi başlarlar salvoya.

        Yakup Kadri’nin suçu büyüktü; Bektaşiliğin gizli yanlarını faş etmiştir!

        O zamanlar, Yakup Kadri’nin romanlarını Bektaşiliğe yakın duran bir bankanın kurduğu bir yayınevi basmadığı için, kendini savunmak bizzat yazara düşer.

        Ona göre o, bir Bektaşi dergahında geçen bir psikolojik roman yazmıştı. Kitap bir dergah şeyhinin adını taşıdığı halde romanda hadiselerin merkezinde o değil, genç karısı Nigar vardı, onun ruhsal gelişimini ince ince örmüştü. Amacı Nigar’ın şahsında bize tasavvufi bir aşkı anlatmaktı.

        Ama dinleyen kim?

        *

        Roman 1922’de kitap olarak basılınca, kitabın girişine “Bir İzah” başlığıyla bir “savunma” koyar yazar. Kendini ve romanını savunur.

        Ona göre kitabına gelen eleştirirler yanlış yerden yapılıyordu. Bu kitabı yazmaktaki amacı anlaşılmamıştı. O bir sır ifşa etmemişti, çünkü Bektaşilerin bir “sırrı” falan yoktu. Kendisi de vakti zamanında Bektaşi’ydi. Dergaha gidip gelmişliği vardı. Bugün tarikatta bazı “bozulmalar” olmuşsa bunun müsebbibi o değildi. “Ananeden yetişmiş hakiki ve samimi Bektaşiler, Bektaşi dergahlarının bugünkü hali karşısında dilhundurlar.” O “dilhunlardan’, yani “içi kan ağlayanlardan” birisi de kendisidir.

        Ve geliyoruz zurnanın zırt dediği yere.

        Efendim, iddialara göre Yakup Kadri romanında gerçek şahsiyetleri anlatıyor, tıpkı Orhan Pamuk’un yüz sene sonra yaptığı gibi onları “alaya” alıyordu.

        Şöyle der:

        “Güya Nur Baba falan mürşit imiş. Onun dergahı falan yerdeymiş. Ziba Hanımefendi filan aileye mensup, herkesin bilip tanıdığı bir kadınmış. Nigar Hanım’ın asıl ismi şu imiş, Macit adlı kahramanımın asıl şahsiyeti bu imiş.”

        Bütün bu iddiaları ret ettikten sonra şöyle devam eder:

        “Ben Bektaşi dergahında ne Nur Baba gibi mürşitlere ne de Ziba Hanımefendi tarzında muhibbelere rast geldim. Gerek hikaye ettiğim vak’a, gerek tasvir ettiğim eşhas tamamıyla muhayyeldirler. Eğer bunlar bazı kimseler hakikatte vaki ve mevcut gibi görünüyorlarsa, bunu bir romancı sıfatıyla kendim için bir muvaffakiyet telakki ederim. Zira herhangi bir romancının ilk endişesi yarattığı ‘tip’lere kuvvetli bir hakikat çeşnisi verebilmektir. Bazı kudretli hikayeciler öyle kahramanlar yarattılar ki insan, bunlara hayatta tanıdığı kimselerden daha ziyade aşina çıkar ve sokakta birini gördüğü veya bir mecliste bir kadınla tanıştığı zaman ‘bu adam falan romanda okuduğum adama benziyor, bu kadın falan hikayede tasvir olunan kadının aynidir’ der.”

        Okurlarının da kahramanlarını gerçek hayatta birilerine benzetmelerinin doğal olduğunu söyler ve şöyle bitirir izahatını:

        “Nur Baba’nın kendisi de dahil olmak üzere romanımın bütün tipleri hakiki değil, tabiidirler; hiçbir tarihte, hiçbir yerde yaşamadılar. Fakat tarif ettiğim şerait dahilinde mevcut olup yaşamalarına imkan vardır. Esasen iyi romanla fena romanı birbirinden ayıran hatt-ı fasıl (ayırıcı çizgi) da işte bu imkandadır.”

        Bütün bu olanlardan sonra saldırılar hala devam edince Yakup Kadri bu kez romanının ikinci baskısına “İkinci İzah” diye bir not daha yazar ama atı, eşeği, katırı alan çoktan İstanbul'u terk etmiştir!

        *

        Gelelim “Nur Baba”nın Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili hikâyesine…

        Ahmet Haşim’in deyimiyle “Bütün İstanbul Nur Baba şarabıyla sarhoş olunca” ve matbuatta olsun, özel sohbetlerde olsun Yakup Kadri’nin roman kahramanı adıyla sanıyla birilerine benzetilince (şimdilerde Kolağası Kamil’i Mustafa Kemal sanmaları gibi!) romanı okumuş olan Atatürk de bu söylentilerden etkilenir ve yaşayan, gerçek “Nur Baba”yı görmek ister.

        Yakup Kadri, çeşitli vesilelerle bu hikayeye hatıraları arasında yer verir.

        Çankaya’da oturan ve Nur Baba’yı şahsen tanıdığını söyleyen Dr. Ragıp adında bir Bektaşi, Nur Baba’yı bulup Atatürk’ün huzuruna çıkarma görevini üstlenir.

        Yakup Kadri gençliğinde Kısıklı’daki Bektaşi Dergahı’na çok sık gidip geliyor, hatta “mektepten memlekete dönen” Yahya Kemal’i de bir gün oraya götürür, Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ı orada görüp aşık olur. Romanındaki bilgilerin büyük bir kısmı bu dergahta edindiği izlenimlere dayanıyordu. Bu yüzden herkes onun romanında bu dergahın Şeyhi Ali Baba’yı anlattığını yayıyordu etrafa, romanla ilgili her polemikte bu zatın adı geçiyordu.

        Dr. Ragıp, herkesin “Nur Baba” sandığı Kısıklı Bektaşi Dergahı Şeyhi Ali Baba’yı Atatürk’le görüştürmek üzere Ankara’ya çağırır, sofra kurulur, Mustafa Kemal, Yakup Kadri’yi de davet ederek ona bir “sürpriz” yapacak, roman kahramanıyla onu bir araya getirecektir.

        Gerisini Yakup Kadri, vaktiyle Ulus Gazetesinde yazdığı “Bir Bektaşi Babanın Sergüzeşti” adlı yazısında şöyle anlatır:

        “Fakat, benim eşikte görünmem üzerine diyebilirim ki, her şey değişti. Sofradakiler, âdeta birbirlerine karıştı, konuşmalar durdu ve bunun yerine bir fısıltıdır aldı yürüdü. Derken, bir de ne göreyim, elini sıkmak üzere kendisine doğru yürürken, Mustafa Kemal Paşa telaşla ayağa kalktı ve bana hitaben; ‘Sizi, dedi, bu akşam buraya davet etmekte hayli tereddüde düştüğümü söylemek isterim. Fakat, gönlüm, şimdi aramızda bulunan bir eski dostunuzla buluşmanıza mâni olmağı bir türlü kabul etmedi. Biliyorum, o dostunuz ‘Nur Baba’ romanınız yüzünden size ‘muğber’ olabilir. Ama, burası bir ‘muhabbet sofrası’dır’ bütün ‘iğbirar’ların ve küskünlüklerin, hattâ ihtilafların bu sofra etrafında unutulup gitmesi lâzım gelir’ dedi ve eliyle yanında duran sakallı bir adamı işaret ederek ‘Ali Beyin fikri de bu merkezdedir’ sözünü ilâve etti. Bu adam birçok kişi tarafından benim ‘Nur Baba’ romanımın erkek kahramanına örneklik ettiği sanılan Çamlıca Bektaşi Dergâhı Şeyhi Ali Baba idi ve fıraklı, plâstronlu, beyaz kravatlı balo kıyafeti içinde ilk bakışta kim olduğunu tanıyamamıştım. (…) Mustafa Kemal Paşa da (….) sanırım, ilk anlardan itibaren bu adamla ‘Nur Baba’ romanı kahramanı arasında bir münasebet bulamayıp işin esasını benden öğrenmek istemişti. Hakkı da vardı. Gerçi bu Baba kalıbı ve yüzü bakımından romandaki Babayı andırıyordu ama ne beriki gibi ‘rind’ ve ‘ehli dil’ görünüyor; ne de şarkı söyleyip ‘nefes’ okumasını biliyordu. Üstelik; Nur Baba’nın zıddına olarak tavır ve hareketlerinde de kaba saba bir adamdı. Mustafa Kemal Paşa beni bir müddet onunla hoş beş etmekte bıraktıktan sonra kendi yanına çağırdı ve kulağıma eğilip: ‘Bu herifte’ dedi, ‘senin Nur Baba’ndan hiçbir şey göremiyorum.’ Ben gülerek: ‘Sizi hayal sukutuna uğratmış olmaktan çok müteessirim’ dedim. ‘Ali Baba benim roman kahramanımın sadece ham maddesidir. Bir heykeltıraş nasıl taştan veya tunçtan âdeta canlı denecek bir insan vücudu meydana getirirse ben de Nur Baba’yı öylece bir adamdan meydana getirdim. Her sanatkârın yaptığı iş zaten bundan ibaret değil midir?’ Mustafa Kemal Paşa: ‘Anlıyorum’ dedi ve ilâve etti ‘Şimdi, Nur Baba romanının değeri benim nazarımda bir kat daha artmıştır.’”

        Yakup Kadri’nin demesine göre bu kısa konuşmadan sonra Mustafa Kemal, o zamana kadar dikkatle “incelemekte olduğu Ali Baba ile hiç meşgul” olmaz artık, diğer misafirlere döner ve başka konularla ilgilenmeye başlar.

        *

        Siz siz olun roman kahramanlarının gerçek hayattaki karşılıklarını aramayın, elinizde kala kala bir “hammadde” kalır.

        Diğer Yazılar