Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İnsan mektup denilen bir şey buldu. Uzun süre her şeyin üstünde tuttu. Sonra onu kaybetti. Mektubun kaybolmasıyla birlikte insan o kadar çok şeyini kaybetti ki... İçtenliğini, sahiciliğini, şeklini şemalini mesela… daha ne olsun…

        Artık kimse bir başkasına mektup yazmıyor.

        Belki askerde olan köylü çocukları yazıyordur hala, bilmiyorum… Ama telefon var şimdi, hatta görüntülü arama imkanı var. O yüzden artık hiçbir asker çizgili bir kağıda elini çizip annesine, yavuklusuna göndermiyor.

        Mektup uzakları yakın ederdi. Gurbeti sıla yapar, ayrılığı kavuşmaya dönüştürürdü. Analar yolunu gözlerdi yaşlı gözlerle, gelir gelmez içleri aydınlanırdı. Oku oku bitmezdi. Her gün bir kez daha okunurdu. Her okuma ayrı bir hazdı. Analar yüreklerinin üzerinde, sevgililer can evinde saklarlardı. Gurbet kokusunu getirirdi mektup, uzak şehirlerin hasretini…

        Ve her defasında mektup yazan “acele cevap” beklerdi.

        *

        Mektup edebi bir türdür. En meşhurlarından birisini Oğuz Atay “Babama Mektup” adıyla yazmıştır.

        “Gönderen: Enis Batur” kitabında Enis Bey mektup hakkında şunları söyler:

        “Aztekler mektuplarını neye, nasıl yazar, neyle, nasıl gönderirlerdi?

        Eskimolar mektup yazmaz mı, bizim gibi mi yazarlar mektuplarını?

        Karıncaların PTT merkezi var mıdır?

        Güvercinler taşıdıkları mektupları okurlar mı?

        Çin’de bir horoz yumurtlamıştı ya: Ölüler kendi aralarında yazışır mı,

        Geçen yüzyıl postalandığı halde sahibine hala

        ulaşmamış bir mektup yok mudur,

        Neden bombalı mektup almıyorum hiç,

        Neden kimi mektupları yazıp yollamıyoruz,

        Bir anda dünyadaki tüm adresler birbirine karışamaz mı,

        bir günde bir postacının çantasındaki mektuplara

        neler sığar: Kaç ölüm-dirim haberi,

        kaç hülya, kaç yanlış anlaşılma?”

        Eskiden yazarlar birbirlerine mektuplar yazardı. Yazarlara birileri mektup yazardı. Yazarlar da onları biriktirir kitap yapardı. Orhan Kemal’in Mektupları, Aziz Nesin’in, Edip Cansever’in, Erdal Öz’ün, Sabahattin Ali’nin, Kemal Tahir’in, Nazım Hikmet’in ve daha nicesinin mektupları böyle mektuplardır…

        Artık hiçbir yazar “Milena’ya Mektuplar”ı yazmayacak mesela. “Canım Aliye Ruhum Filiz”i de... Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e, Cemal Süreya’nın karısına, Edip Cansever’in aşık olduğu kadına yazdıkları “şiir-mektuplara” benzer mektuplar bir daha ortaya çıkmayacak

        *

        Geçenlerde “Attila İlhan’a Edebiyat Dünyasından Mektuplar” kitabı geçti elime. Kana kana okudum.

        Numune olsun diye bugün Cemil Meriç ile İsmet Özel’in Attila İlhan’a gönderdikleri iki mektubu o kitaptan alıyorum buraya. (Cemil Meriç’in hüzün dolu mektubu çok dokundu bana, belki size de dokunur):

        Sevgili İlhan

        Mektubuna çok sevindim. En basit muaşeret adabının küremizden göç ettiği bir devirde, sahici bir insana rastlamak, senin tabirinle “yüreklendirici”. Nezaketini kötüye kullanma pahasına da olsa, uzattığın eli avuçlarımda biraz daha tutacak, sohbeti birkaç satır daha uzatacağım.

        “Bizim kuşağın toplumcuları arasında Cemil Meriç adının özel bir yeri vardır ki, ben ya ıslah kabul etmez bir sentimental, ya da içi dışı bir adam olduğumdan, yıllar geçse de seni hep o yerde muhafaza ettim...” diyorsun. Teşekkür ederim. Yalnız bu iltifatına ne kadar layık olduğumu bilemiyorum. Yıl­lar içimdeki büyük sevgiyi -büyük coşkunluğu diyecektim-­ küllendiremedi. Ama biraz daha reybi, biraz daha karamsar ol­dum. İhtiyarladım mı acaba? Diyaloğa daima açık, dostluğa ebediyyen susuzum. Bir kelimeyle “ıslah kabul etmez bir sentimantal” veya “içi dışı bir, bir adam” olarak vasıflandırdığın Attila İlhan’ın bir nüshay-ı saniyesi de benim. Toplumcu mu­yum, elbette. Fakat itiraf ederim ki kelime benim için eski şiiriyetini kaybetti. Daha doğrusu hudutları meçhul, muhtevası kaypak bir mevhum olarak görüyorum toplumculuğu. Belki gençliğimin dünyası ile temasımı kaybettiğim için. Karanlıkta­yım ve tedirginim.

        2- Yazılarını daima büyük bir muhabbetle okudum. Onlarda egzotik meyvelerin tadı var. Bizim iklimin meyveleri değil desem, haksızlık etmiş olurum. Ama yine de lezzetleri başka: daha baş döndürücü, daha usareli. Adem’i cennetten kov­duran mahiyeti meçhul meyveye daha yakın. Şimdilik aramızdaki tek ihtilaf kelimeler konusunda. Kurum Türkçesine senden başka hiç kimsede tahammül edemiyorum. Bu bahisde ve yal­nız bu bahisde mutaassıbım. Hemen kaydedeyim ki “Kurtlar Sofrası”nın dili tam gönlüme göre. Üslubundan söz etmiyorum. Üslup daima sensin. Deli-dolu, candan ve ısırıcı. Derbederliği i­çinde mükemmel.

        3- Kitaplarımı okumanı mutlaka isterim. Samimiyet ve zekasına saygı duyduğum birkaç insandan birisin. Kendimi se­nin aynanda görmek, yani senin ölçülerinle değerlendirilmek beni çok memnun eder.

        4- Sağcı dergi ve yayınevleriyle çalışmama gelince; bu yolu ben seçmedim. Solun kadir na-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin kucağına değil, yanına itti. Bu yakınlığın fik­ri iffetim için bir tehlike teşkil etmediğini kitaplarımı okuyunca görürsün. Yalnızım ve yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmıyor, dostlar arasında. Aldanıp aldanmadığımı nasıl anlayabilirim.

        Sana bir Hind ile bir Saint-Simon yolluyorum. Yani soyunuyorum önünde. Ben bu merhalelerden geçtim. Münzevi bir fikir adamının trajedisi bu. Nasıl bitecek, bilinmez.

        “Hangi Batı?”da en imrendiğim parçalardan biri Tanrıkut'la konuşmaların. Tanışsak, o günleri yeniden yaşaya­maz mıyız? İnsan öylesine azalıyor ki dünyada...

        Sevgilerle.

        Cemil Meriç, 19 Temmuz 1974

        *

        Değerli ağabeyim Attila İlhan,

        Size kolaylıkla ağabey demek cesareti ne sizinle bir kez oturup konuşmuş olmaktan, ne de benden yaşça büyük oluşu­nuzdan geliyor. Aslında nice kakavanın kafasına uyacak olsam size yazmam bile tuhaf olurdu. Oysa ben Ankara’ya vardığımın hemen ikinci günü size yazmayı gündeme aldım.

        Politika konuştuk. Konuştuklarımız, konuşacaklarımızı umduğum değildi oysa. Politikadan kaçtığımdan mı; tersine şu günün politika cambazlarına benzemek istemeyişimden. O günlük siyasi tutumun çok güç bir kaynaktan beslenen asıl poli­tik alanda temel bir farklılığa düştüğüne inandığımdan. Bence asıl politik olan insanı deşmekte gösterilen hünerdir. Yani in­sanda kıpırdanan neyse onu (elbet yaşamdan, çağdan ve çevreden soyut olarak değil) açığa vurmak, işaret etmek; böylece insanı yaşadığı ve yaşamak istediği ile kaynaştırmak. Bu genel çerçeve içinde tamamen anlaşmış olduğumuz konusundayım. Ama denebilir ki bu çerçeve öylesine geniş tutulmuştur ki bütün soylu yazarların bu noktada birleşmemeleri için hiç neden kal­mıyor. Diyeceğim de o zaten. Toplumculuğun (diyelim ki siyasi tavrın) insanla ilgili olarak belirttiğim bu yanı aksadı mı temel fark baş gösteriyor. Ama genel çerçevemiz içinde kalan öteki özel sorunları da bir bir ele almamız gerekir. Bunu daha sonraya bırakmak uygundur sanıyorum.

        Bizlerin Halkın Dostları ile yürütmeye çalıştığı müca­dele dürüst bir edebiyat kuşağının yetişmesine yardımcı olmak içindi. Bunda çeşitli nedenlerle pek başarılı olmadık. Ama sava­şın henüz başlamış olduğunu da sanıyorum. Bu alanda gözü pek bir kavgayı yürütebilmek şansını hiçbir art niyete sahip olmadı­ğımız için elimizde bulundurduğumuz da bir gerçek. (Dergi ola­rak)

        Dergiye yönelttiğiniz eleştirileri enine boyuna kafamda tarttım. Bunların birçoğu zaten benim de düşündüklerimdi. İstanbul’a vardığımda bazı toplumcu yazarların yeni bir dergi ha­zırlığında olduklarını gördüm. Adı sanırım “Gelecek” oluyor. Genellikle 40 kuşağı diye bilinen toplumcu yazarların yöneti­minde. Halkın Dostları’nı “kardeş dergi” bildiklerini söylediler. Bununla sizin sözünü ettiğiniz “KORO” iki dergi yoluyla gerçekleşecek sanırım. Belki genç yazarları derlemek daha çok bi­ze düşecek. Hele dergi yeni biçimiyle birkaç sayı çıksın o za­man sizinle bir kez daha konuşmak isterim.

        Asıl konuşmak istediğim şiir sorunlarıdır sizinle. Bu, elbet birçok şeyle bağıntılı olarak düşünülür. Kesin inancım o­dur ki gerek Nazım Hikmet’i gerekse Attila İlhan’ı, Ahmed A­rif’i ve öteki toplumcu şairleri, giderek toplumcu olmayanları da derinden değerlendirmek işinde bizim kuşağın omuzlarına epey yük düşüyor. Bu konudaki düşüncelerimi de bir sonraki mektuba bıraksam diyorum. Bu yargıma sizden gelecek tepkiyi şimdiden ölçemiyor olmanın etkisi olduğunu ekleyeyim. Ama hemen eklemekten kendimi alamayacağım bir şey var: Sisler Bulvarı'nın ikinci baskısından “Paris’e mahsus bir yağmur ha­yatı” mısraın “Paris’e sevgi...” olarak değiştirildiğini görmek bende şaşkınlık ve üzüntü yarattı. Her şair elbet kendi şiiri üze­rinde istediği düzeltmeyi, değiştirmeyi yapma hakkına sahip. Ama sahip mi gerçekten? Söz konusu değiştirmeyi yaparken ne düşündünüz bilmiyorum, bildiğim şey bana o mısrayı yeni şekli ile okutamayacağımızdır. Zaten o şiiri bütünüyle kitaptan çıkar­mış olsaydınız, nasıl olsa benden çıkartamayacaktınız.

        O yağmur hayatı Paris’e “mahsus”tur.

        Saygı ve içtenlikle

        İsmet ÖZEL, Ankara, 2.Mart.1971

        *

        İnsan mektubu buldu. Çok mutlu oldu. Sonra onu kaybetti. Çok üzüldü mü bilmiyorum ama onu kaybetmekle yüzündeki tebessümü kaybetti.

        Diğer Yazılar