Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ay ensemizdeydi. Yarısını fare kemirmişti sanki… Kalan yarısının yaydığı gümüşü parlaklık denizle oynaşıyordu. Yıldızlar, ha düştü ha düşecek kandiller misali gökyüzünden sarkıyordu.

        Uzaklardan, ta Arguvan’dan bir Abdalın türküsünü getiriyordu serin yel bulunduğumuz koya.

        “Bir ay doğar ilk akşamdan geceden

        Neydem neydem geceden

        Şavkı vurur pencereden bacadan

        Dağlar kışmış, yolcu üşümüş, nasıl edem ben.”

        Şimdiye kadar kaç defa dinledim bu türküyü bilmiyorum. Hızlı giden bir trenin içinde veya bir arabada… yol uzun, sanki birisi o uzun yoldan gelecek de ille de o türkü eşliğinde gelmek istiyor gibi.

        Kaç yıldır yazı yazıyorum, şimdiye kadar binlerce sayfa belki; bu türkü her kulağıma çalındığında aklım onu yazan kişiye gider. Onu yazanın işi arasında yazarlık yoktur bunu biliyorum, biliyorum belki de bu türkü dışında hiçbir şey yazmamıştır, ama bir yolcu olduğunu muhakkak, dağları aşmış, dertlerinin suyunda yıkanmış ay ışığında…

        “Uyan uyan yar sineme sar beni

        Dağlar harami, açma yarami, perişanım ben”

        *

        Dört kişiydik. Söz vermiştik birbirimize, hikayeler anlatacaktık. Böylesi gecelerde ille de türkü söylemeye teşebbüs edilir. Uzaktan duyulan Abdal’ın türküsü, türkü söyleme teşebbüsümüzü engelledi Allah’tan, kimse söyleyenden daha güzel bir türkü söyleyemezdi zaten.

        İçimizde en çok hikaye bilen anlatmaya başladı.

        *

        Yavuz gelmişti aklına ilk anlatıcının. Hani atlarını her daim garbe süren onca padişahın aksine, atını şarka süren biricik padişah var ya o işte. Hani bilir herkes; “Selimî” mahlasıyla şiir yazan sultan…

        Hani Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun şöyle tarif ettiği kişi:

        “Bir yanı Yavuz, bir yanı Selim olan sultan

        Yavuz yanı şer’li, Selim yanı şiir’li sultan”

        *

        Meftundur şiire sultan. Öyle ki bu mevzua dair yüzlerce rivayet anlatılır, biri de şöyle.

        Fil hafızası olduğu söylenir sultanın. Duyduğu her şiiri anında hafızasına kaydeder.

        Şairlerden bir şair, yazdığı çok güvendiği bir şiirini şiir tutkunu sultana okumak ister. Hiçbir şairin sultanın kapısından döndüğü görülmemiştir; hemen huzura kabul edilir. O sırada sultanın divanında Hasan Can Çelebi ile diğer vezirleri de var. Şair, heyecandan titreyen bir sesle okur şiirini. Sultan tereddütsüz:

        “Ama ben bu şiiri biliyorum,” der.

        Şair şaşırır:

        Nasıl olur efendim, bu şiiri ben yazdım ve ilk defa burada okuyorum,” der.

        Sultan:

        “İstersen bir de ben okuyayım,” diye ısrar eder.

        “Siz bilirsiniz.”

        Sultan, şairin biraz önce okuduğu şiiri olduğu gibi okur. Şair şaşkındır, bu kez Hasan Çelebi atılır:

        “Bu şiiri ben de biliyorum Sultanım. Destur verirseniz ben de okuyayım.”

        O da okur. Sonra diğer vezirler sırayla okur. Divanhanede şiiri eksiksiz okuyan on kişi falan çıkar.

        Şair ne yapacağını şaşırır:

        “Nasıl oluyor anlayamıyorum efendim, bu şiiri gerçekten ben yazdım,” diyerek bir kez daha şiirini savunur.

        Şairi daha fazla üzmeye gönülleri el vermez Sultan ve adamlarının, gerçeği anlatıp gönlünü alırlar hemen. Sultan ilk duyduğunu bir seferde ezberliyor, Hasan Can iki ve diğerleri de sırayla artan sayılarda ezberliyorlar duyduklarını. Bu kez de öyle olmuştu.

        Şair de rahatlar.”

        *

        Madem söz şiire geldi, bir hikayeye başka bir hikaye eklendi. Yavuz Sultan Selim şairleri hiç eksiltmez yöresinden. Şair sözü, sözlerin içinde en kıymetli sözdür onun için. İyi şairlerden birçok dostu var hünkarın, Şair Vehbi de bunlardan biridir.

        Hikayeyi anlatan, Hayati İnanç’tan duymuş hikayeyi ki şöyle:

        Şair Vehbi bir gönül ehlidir. Bir gün nasıl olduysa Sultan, bu kalender şairi üzmüş, şair yüreği bu, yufkadır, çekip gitmiş Vehbi, diyar diyar dolaşmış, nihayet “ahirette iman dünyada Van” demiş, gidip bu şehre yerleşmiş. İş aramış, müftünün yanında bir katiplik işi bulmuş sonunda. Araya zaman girmiş, Sultan şair dostu Vehbi’yi özlemeye başlamış. Aratmış taratmış, yer yarılmış Vehbi içine girmiş, hiçbir yerde yok. Ama ne yapacak edecek, bulacak onu, aklına bir fikir gelmiş. En iyisi bir yarışma düzenlemek. Sultan bir mısra yazacak, tellallar onu Devlet-i Ali Osmani’nin her köşesine yayacak, onun mısraını beyte tamamlayan en güzel mısraya mükafat verecek. Sultan biliyor, bunu duyar duymaz Vehbi dayanamayacak, müsabakaya katılacak, Sultan da onu üslubundan tanıyacak. Böylece onu bulacak.

        Ve Sultan şu mısrayı yazmış:

        ‘Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?’

        Tellallar çıkmış yola, müsabaka bütün Osmanlı mülkünde ilan edilmiş. Eli kalem tutan herkes kağıt başına koşmuş. Binlerce kişi yarışmaya katılmış. Saraya gelen hiçbir mısrayı Sultan beğenmemiş, aradığı mısra gelenlerin arasında yoktur.

        Van Müftüsü de müsabakaya katılmaya karar vermiş. Bir şeyler yazmış, göndermeden önce katibine göstermiş. Katip Vehbi, müftüyle birlikte mısra üzerine çalışmaya başlamış, başından girmiş sonundan çıkmış, ‘burayı şöyle yapsak nasıl olur’ demiş, bazı kelimeleri atmış, yeni kelimeler eklemiş ve ortaya şu mısra çıkmış:

        ‘Çün ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.’

        Sultan, Van Müftüsünden gelen beyti okuyunca zınk diye durmuş.

        ‘Tamam’ demiş, ‘işte aradığımı buldum. Hemen haber salın bu mısranın şairine, saraya gelsin.’

        Müftü büyük bir heyecanla gelmiş saraya. Hemen Sultan’ın huzuruna alınmış. Sultan, aradığını bulmuş olmanın rahatlığıyla sormuş:

        ‘Bak müftü efendi. Bu mısrâ ile mükâfâtı hakettin. Lâkin… eğer ben üslûptan şu kadar anlıyorsam, bu mısrâın şâiri sen değilsin.

        Müftü ısrar etmemiş.

        ‘Doğrudur hünkârım’ demiş.

        ‘Kimdir o halde?’

        Söylemiş müftü, ‘Kâtibimdir’ demiş.

        ‘Adı nedir kâtibinin?’

        ‘Vehbî sultanım…’

        ‘Elhamdülillâh, çağırın öyleyse gelsin.’

        Çağırmışlar Vehbi’yi. Sultan Vehbi’nin gönlünü almış.

        Aşağıdaki beyit bize o günlerden yadigar kalmış:

        “Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu

        Çün ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bedendir bu”

        *

        “Gam, keder toprağıyla yoğrulmuş bedenden” İsmet Özel’in “Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar” şiirine nereden geldik bilmiyorum. Ay terk etmişti bizi. Sırtımızı verdiğimiz tepenin doruklarındaki ağaçlar, gecenin karanlığında savaş meydanını terk etmeyen nöbetçi askerlere benziyorlardı.

        İçimizde en iyi şiir okuyan okudu İsmet Özel’in şiirini… Şiir bitince birisinin ağzından “kesik baş” lafı çıktı. Diyarbekir’de, Tepe’nin oralarda “Newala meleyê serjêkirî” (Kafası Kesilmiş İmam Vadisi) diye bir yer var. Şeyh Sait İsyanı sırasında burada kesmişler imamın kafasını. Kesik baş sonradan kaybolmuş, gövdeyi gömmüşler ama kesik baş o vadide dolaşıp durmuş uzun süre. Duyanlar varmış, vadiye girince kesik başın konuşmasına şahit olmuşlar, durmadan ağıt yakıyormuş, şöyle bir şey mesela:

        “Li min serê bê gewde” (Vah benim gövdesiz başım.)

        *

        Madem söz gelip “cellatlara” dayandı, “Hadi o vakit ben de size ‘Cellat ve Ağlayan Yüz’ hikayesinden bahsedeyim” dedim.

        Bu hikaye, Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ında var. Romanın kahramanı Celal Salik köşe yazısı olarak yazmış hikayeyi.

        Biz ağlamayı daha çok kadınlara yakıştırmışız, erkekler kolay kolay ağlamaz.

        “Gözyaşları içindeki bir erkek niye telaşlandırır bizi? Ağlayan bir kadını, günlük hayatımızın sıra dışı, ama duygulu ve acıklı bir parçası olarak görebilir, içtenlik ve sevgiyle benimseriz onu. Ağlayan bir erkek ise bir çaresizlik duygusuyla doldurur içimizi. Ya dünyanın sonuna gelir gibi yapılabilecek şeylerin sonuna gelmiştir bu adam -mesela bir sevdiğinin ölümünde olduğu gibi. Ya da dünyasında bizimle uyuşmayan bir yan vardır; huzursuz edici, hatta dehşet verici bir yan. Yüz ya da surat dediğimiz ve tanıdığımızı sandığımız haritada hiç tanımadığımız bir ülkeye rast gelmenin şaşkınlığını ve dehşetini hepimiz biliriz.”

        Bu satırlarla başlayan şimdi size özetleyeceğim hikayeye Orhan Pamuk’un kahramanı Celal Salik de Edirneli Kadri’nin “Cellatlar Tarihi”nde rastlamış.

        Üç yüzyıl falan önce, dönemin namlı celladı Kara Ömer, eline tutuşturulan padişah fermanıyla Erzurum Kalesi’ne hükmeden Abdi Paşa’yı idam etmeye yollanır. Zor bir iş, hiç tanımadığı bir Paşa’nın konağına gidecek ve emir gereği paşanın kellesini koparacak, bal dolu bir torbaya koyup padişaha getirecek.

        Konağa varır, bir sürü ritüelden sonra boynuna kement geçirir, paşa cellatla boğuşur, cellat da çenesine bir yumruk atar, yumruğu yiyince yere düşer ve ağlamaya başlar Paşa. O sırada cellat paşanın yüzünde tuhaf bir şey görür, boğmadan önce kurbanın yüzünü kumaşla örter. Kelleyi bal dolu bir torbaya koyarken Paşa’nın yüzündeki ağlamaklı bakışı, o anlaşılmaz ve dehşet verici ifadeyi bir kez daha görür ve onu ömrünün sonuna kadar unutmaz.

        Yola çıkar. Konakladığı kervansaraylarda geceleri rüyasında kesik başın gözlerini, ağlayan erkek yüzlerini görür. Cellat Kara Ömer meslek hayatında binlerce erkeğin ağlayan yüzünü görmüştür. Ama hiçbirisi bir suçluluk, acımasızlık ya da korku duygusuna sürüklememiştir onu. Boğmadan önce yüzünü kapatmasına neden olan bir esrar görmüştü kurbanının suratında. Gün boyu at sürerken tuhaf bir şekilde kurbanının suratını düşünmez olur bir daha. Ama şaşırtıcı olan dünyadır artık. Cellat adeta yeni bir dünya keşfetmekte ve fark etmektedir.

        Orhan Pamuk, Kara Ömer’in yeni keşfettiği dünyayı uzun uzun anlatır.

        Dünyayı korkutacak kadar şaşırtıcı yapan şey, sanki bir hikaye anlatmaya kalkmasıdır. Dünya sanki cellada bir şeyler söylemek istemektedir. Sabaha doğru cellat bu kez kulağının dibinde hıçkırık sesleri duymaya başlar. Gün ağarırken hıçkırık seslerinin rüzgarın dallara oynadığı bir oyun olduğunu, duyduğunun yorgunluk ve uykusuzluktan olduğuna hükmeder. Sonra torbadan gelen hıçkırık sesleri öyle belirginleşir ki torbanın iplerini gere gere iyice sıkıştırır. Ama acımasızca yağan yağmurun altında yalnızca hıçkırıkları duymakla kalmayacak, gözyaşlarını da teninde hissetmeye başlayacaktır.

        At üstünde uykusuz geçen ve torbadan gelen bitip tükenmez hıçkırıkların sinir bozucu bir müziğe dönüştüğü çıldırtıcı bir gecenin sabahında, cellat dünyayı o kadar değişmiş bulur ki, kendisinin kendi olduğuna inanmakta zorluk çeker. Hatta gördüğü ağaçlar, yollar, köy çeşmeleri bilmediği bir dünyadan çıkmaktadırlar artık sanki. Yediği şeyleri tanımakta güçlük çeker. Bir zamanlar gökyüzü sandığı şey ise hiç bilmediği, hiç görmediği tuhaf bir mavi kubbedir artık. Daha altı günlük yol vardır önünde ve bu ağlayan yüzün ifadesini değiştirmezse İstanbul’a asla varamayacağını anlar.

        Hava karardıktan sonra, bir kuyuya rastlayınca, kelleyi kıl torbayı çıkarır. Kuyudan çektiği suyla yıkar, kurular. Dolunay ışığında yüzüne bakar. Ağlamaktadır. Hiç bozulmamıştır. O dayanılmaz, unutulmaz çaresizlik ifadesi vardır gene üzerinde. Kelleyi kuyunun kenarına koyar. Çantasından özel bıçaklarını çıkarır. Uzun bir çabadan sonra dudakları iyice parçalamış, ama ağzı belli belirsiz ve yılık da olsa gülümsetmeyi başarmıştır. Tekrar çantasına bıçaklarını koyar. Geri döndüğünde kelle yerinde değildir. Kuyuya düştüğünü anlar. Bir baba ve oğulun yardımı ile kelleyi kuyudan çıkarmayı başarır. Kafa parça parça olmuştur ama ağlamıyordur artık.

        Cellat kafayı mutlulukla kurular, ballı torbaya bastırır ve yoluna devam eder. Güneş doğarken dünya eski bildiği dünyaya dönmüştür artık. Torbadan hıçkırık sesleri kesilmiştir. Öğle olmadan çamla kaplı tepelerin arasındaki bir gölün kıyısında günlerdir beklediği deliksiz uykuya mutlulukla dalar. Uyumadan önce de gölün suyunun aynasında kendi yüzünü seyredip dünyanın yerli yerinde olduğunu bir kere daha anlar. Beş gün sonra İstanbul’a varır.

        Abdi Paşa’yı tanıyanlar, kıl torbadan çıkarılan kellenin onun kellesi olmadığını söylerler. Yüzün gülümseyen ifadesi hiç de paşaya benzemiyor. Abdi Paşa’dan aldığı rüşvet karşılığında başka birinin kellesini torbaya koyup getirdiği, söylenir. O sırada sahtekar celladın kellesini koparacak cellat Kara Ömer’in üzerine çullanır.

        Abdi Paşa yerine günahsız bir çobanın kafasının kesildiği söylentisi çabuk yayılır. Öyle ki Erzurum’a yollanan ikinci celladı Abdi Paşa karşılar ve onu hemen idam ettirir.

        Orhan Pamuk hikayesini şöyle bitirir:

        “Böylece bazılarının, yüzündeki harflere bakarak düzmece olduğunu söylediği sahte Abdi Paşa’nın yirmi yıl süren ve altı bin beş yüz kelleye mal olan isyan hareketi başlamış oldu.”

        *

        Birbirimize anlattığımız hikayeler bitti. Ama türkü bitmedi. Gecenin koynundan çıkmaya niyeti yoktu Abdal’ın. Karanlık koyulaşmış, yıldızların şavkı aydınlatıyordu şimdi denizi:

        “Bir güzeli bir çirkine vermişler

        Baş yastığı kendisine eş değil”

        *

        Cellat aletleriyle, yüzümüzdeki ağlamaklı ifadeyi bir gülümsemeye döndürmeye kalkışırsak eğer, ortaya çıkan yeni yüzümüzle kendimizin kendimiz olduğuna hiç kimselere inandırmayız.

        En iyisi olduğu gibi kalmak…

        *

        Hava sıcaktı, türkü uzadıkça uzadı, hepimizin içi üşüdü, uyumaya gittik.

        Diğer Yazılar