Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Güneş, biraz sonra her biri keskin bir bıçak ağzına dönüşmüş gibi duracak sıra dağların ardında kaybolup bütün çukurları koyu gölgelerle doldurduğu zamanlarda bir vadide bulunan yüksek bir tepenin başında, pelerinli bir güzel kadın veya “yakışıklı, hafif” iyi bir erkek süvari taşıyan bir atın siluetinden veya bir düzlükte, gür otların arasında dört nala kalkmış, sırtındaki süvariyi güneşe, yıldızlara götürecekmiş gibi ayakları yerden kesilmiş bir küheylanın fotoğrafından daha estetik, daha muhteşem bir görüntüyle yarışacak çok az görüntü vardır sanırım bu alemde.

        Hafta sonu, şiire meraklı olduğu kadar at binmeye de bir o kadar meraklı ağabeyim Mehdi Eker, “Haydi Afyon’a gidiyoruz, Frig Vadisinde valilik bir atlı tur düzenlemiş, ben otuz beş kilometrelik yolda at süreceğim, sen de oraları görürsün bu vesileyle,” dediğinde hiç itiraz etmedim; birkaç saat içinde kendimizi Afyon’un İhsaniye kazasının Ayazin’i köyünde bulduk böylece.

        Türkiye’nin çeşitli yerlerinde gelmiş, hepsi atlara meraklı yaklaşık yetmiş süvari, Ayazin’i köyünden yola çıkarak Frig Vadisi’nin içindeki kale, Aslantaş, Yılantaş, Maltaş ve Kumcaboğaz anıtlarının bulunduğu o güzelim yerlerden geçerek Emre Gölü’ne vardılar.

        REKLAM

        Ben de bir arabanın içinde takip ettim onları.

        Cem Yılmaz’ın “AROG” filminde set olarak kullandığı vadide; yüksek bir tepenin başında, yağız bir atın sırtındaki pelerinli kadını görünce uzaktan, aklıma bu yazının ana fikri düştü.

        Sahi bu muhteşem hayvan mitolojik hikayelere konu olduğu gibi, edebiyatta, bilhassa şiirde ne çok yer bulabilmişti kendine.

        *

        Beni dağ hazırladı hayata. Hafıza denilen şey oluştuğunda bende, dağa tırmanıyordum. O dağ başlarına beni at değil katır götürdü çocukluğumda; at düzlüklerin hayvanıdır çünkü.

        Şimdi Frig vadisinde aralarında dolaştığım birbirinden güzel atlara benzer atların görüntüsünü işte o çocukluk yıllarında, uzun, geniş kış gecelerinde anlatılan bir destan getirdi ilk defa gözlerimin önüne.

        Her milletin bir milli destanı vardır, Kürtlerin destanı da “Memê Alan” destanıdır.

        Destana göre Mağrib ülkesi Mirinin oğlu Memê Alan babasının ölümü üzerine yerine geçer, böylece “Kürtlerin Padişahı” unvanını alır. Yakışıklı, korkusuz, gözü pek bir delikanlıdır Mem. Yaşadığı sarayın bir kısmı denizin içindedir.

        Yaşlılar anlatırlar. “Bir canavar yaşar bu denizin içinde, şekli ata benzer”, (Heywanek hey e di bine vê behre da, şiklê wî şiklê hespan e.) Olur da günün birinde bir yiğit binebilirse o atın sırtına, günler süren bir yolculuğu birkaç saate indirebilir. Yemiyor, içmiyor hayvan. Sırtından hiç inmesen eğer, durmadan altı ay yol alabilir.

        Günün birinde balıkçı ağlarına bir şey takılır. Çekerler nafile. Mağrip ülkesinde bulabildikleri bütün halatları toplarlar, bin beş yüz delikanlı halatlara asılır, olmaz. Mem’e haber verirler, o da deniz kıyısına iner, ipleri çekenlerin elleri kan içindedir. Nihayet ağ denizden çıkar. Ağın içinde, at şeklinde bir canavar vardır. (Dîtin di nava toran da cinawirek şiklê hespan e.)

        REKLAM

        Canavarı denizin derinliklerine inşa edilmiş yedi kapıdan geçerek varılan bir yere kapatırlar. Bir süre sonra onu tımar edecek bir seyis ararlar. Onlarca seyis gelir, hepsinin akıbeti acı olur. En sonunda Mem dayısını çağırır, at onun elinde sakinleşir. Mem biner sırtına, meydanda bir iki gider gelir, hayvan rahatlar, bir süre sonra da ehlileşir. Sıra eyerini hazırlamaya gelir, yirmi beş usta gece gündüz çalışır, altın, yakut ve zümrütle süslü bir eyer yaparlar.

        *

        Peri Padişahı’nın üç güzel kızı vardır. Büyüğünün adı Tav Banu (Prenses Güneş), ortancası Heyv Banu (Prenses Ay), küçüğü Stêrk Banu (Prenses Yıldız)’dur. En akıllıları Stêrk Banu’dur. İki kardeşine bakar, ikisinden güzel tek bir kız vardır bu cihanda, o da Botan Miri’nin Kızı Zîna Zêdan’dır. En yakışıklı erkek de Mağrip Ülkesinin oğlu, Kürtlerin Padişahı Memê Alan’dır.

        Üç çöpçatan kız ikisini bu gece birbirinin koyuna sokmaya karar verirler. Gece olup karanlık basınca üç çöpçatan peri kızı oyunlarını oynar, Zîn’i alır Mağrip ülkesine getirir, sarayında uyumakta olan Mem’in koynuna sokarlar. Sabaha karşı kızı alıp götürürlerken de yaşadıkları şeyin rüya değil gerçek olduğunu anlasınlar diye ikisinin yüzüklerini değiştirirler. Sabah vakti ikisi de kendi yatağında uyanır, Zîn’in parmağındaki yüzüğün içinde “Memê Alan”, Mem’in parmağındaki yüzükte de “Zîna Zêdan” yazmaktadır.

        Mem Zîn’e, Zîn Mem’e aşık olmuştur.

        Mem, Cizîra Botan’a gidip Zîn’i bulmaya karar verir. Ama o Mağrip’te, Zîn Maşrık’tadır.

        Onu Zîn’e ancak, denizin dibinden çıkardıkları ve adına “Bozê Rewan” (Rahvan Boz) adını verdiği rüzgarla giden atı götürebilir. (Bozê Rewan, hevalê rojên tengiyan e/Heywan diçe mîna birûskên di rijin ji esmanan e.)

        REKLAM

        Memê Alan atlar Bozê Rewan’ın sırtına, yıldırım ve şimşek eşlik eder ona, atnı mahmuzladığında, gök gürler yufan kopar.

        Destanın gerisi uzun bir maceradır.

        *

        Büyük şair, ulu mutasavvıf Ehmedê Xanî, halk arasında anlatılan bu destanı alır, 1692 yılında “metinler arası ilişki” yoluyla ölümsüz eseri “Mem û Zîn”e dönüştürür.

        Ehmedê Xanî, günümüz modern edebiyatında kullanılan “metinler arası ilşkiye” başvuran tarihin gördüğü ilk yazardır. Ondan 228 sene sonra James Joyce “Ulysses”i yazarken Antik Yunan destanlarından Odysseia’yı modern bir kurguyla ele almış, Ehmedê Xani’nin manzum şiirinde kullandığı tekniği kullanmıştır.

        *

        Memê Alan Destanı’nda atın denizden çıkartılması hikayesinin bir benzeri Yunan Mitolojisinde de var.

        At bahsi açılınca Yunan mitolojisinde geçen Denizler Tanrısı Poseidon akla gelir. Poseidon ilk aygırı yaratır, rengi siyah olan aygıra Skibio adını verir. Skibio yedi yılda bir denizden çıkartılır, bütün kısrakları döller, tekrar denize döner. Dünyada ne kadar at varsa, yaşayan bütün atların babasının bu siyah aygır olduğuna inanılır.

        Antik dönemlerde, Assos ve Gökçeada (İmroz) arasında Poseidon’un deniz altında haraları olduğuna inanılır. Bu yüzden bu kutsal bölgede balık tutmak uğursuzluk olarak addedilir. Antik dönemlerde Poseidon için yedi yılda bir boğazlanan atlar uçurumdan denize atılarak kurban edilir. Deprem gibi felaketlerin arttığı dönemlerde yine yer altı tanrısı Hades’e atlar kurban edilir, atlar diri diri gömülür, böylece Hades’in “imana geleceği”varsayılır. Derler ki günümüzde o bölgede çok sayıda at mezarlığı vardır.

        REKLAM

        Köroğlu’nun atı da denizden çıkmıştır.

        *

        Yaşar Kemal'in romanlarında insan kadar atlar da vardır. Ona göre at insanla eşdeğerdir. İnsan atla vardır. İnsanın en sadık dostudur at. “Asil hayvan, asil insandan daha asildir”. Ona göre “soylu hayvandan, insana zarar gelmez.” Bütün zamanların en güzel roman finalini Yaşar Kemal atla yapar, “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler,” der “Akçasazın Ağaları”nı bitirirken.

        Halk hikayelerinde atları olmayan kahramanların hiçbirisi işe yaramaz. Türkmen efsanelerinde geçen “safkan” at bahisleri, Yaşar Kemal’in bütün romanlarına nüfuz eder. Şaman inanışları Yaşar Kemal’in de malzemesidir. Mesela şamanlar, Gök Tanrısı ile ilişki kurmak için beyaz ya da gri ata binerlerdi. Baba İlyas’ın atı Boz ile Köroğlu’nun atı Kırat hep Şaman dönemlerin efsanelerinden artakalmıştır.

        Tarihin ilk buluşudur atın evcilleştirilmesi… Mağara duvarlarına insanoğlu önce at resimlerini çizmiştir.

        Tarih boyunca bir şeyleri değiştirmiş her büyük insanın, her büyük kahramanın mutlaka bir atı vardır. Zamanı geldiğinde Hazreti Muhammed, kadın yüzlü ve tavuskuyruklu kanatlı bir at olan Burak’ı, Mekke’deki evinin çatısında kendisini bekler durumda bulur. Burak, Resullullah’ı şafaktan önce Kudüs’e ulaştırır, peygamber Mirac’a bu atla çıkar.

        Efsanelerde atların sihirli güçleri vardır. İnsanla konuşur bazıları. Tehlikenin yaklaştığını bilir, kaçış olasılıklarını hesaplar, sahiplerine hep sadıktırlar.

        REKLAM

        *

        Şairler atları çok sever, şiir çokça ata benzer çünkü. Ece Ayhan şöyle der:

        “Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler. Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!” Belki de bu yüzden “Bir kaza kurşunu bulur her yerde/Süvarisiz şaha kalkan atları...” diyen Sezai Karakoç, “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız,” der bir şiirinde.

        “Artık ben gideceğim, ata eyer vuruyorlar.

        Hatıralarımı birer birer yakacağım.

        ...

        Artık ben gideceğim atım kişniyor...”

        Şairler uzun yolculuklara atla çıkarlar, tıpkı İhtiyar atlar gibi kapandım içime/Yasını tutuyorum sonsuz bir kehanetin” diyen Murathan Mungan çıktığı gibi:

        “Buraya gelirken

        Uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim

        Atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri

        Ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi

        Çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için”

        Bazıları da Cemal Süreya gibi atı alır yatak odasına götürür:

        “Kırmızı bir at oluyor soluğum

        Yüzümün yanmasından anlıyorum

        Yoksuluz gecelerimiz çok kısa

        Dörtnala sevişmek lazım.”

        Ellerin ressamı Abidin Dino, ata bir ressamın baktığı gibi bakmamızı ister bizden:

        “Dört ayaklı bir yaratık olan atın gözlerine dikkatle baktınız mı hiç? Parmaksız bacaklarının küt uçları, ne verecek ne de alacak durumda, böylece at ne resim yapabilir ne de okşayabilir. Gözlerinin sonsuz kederi işte bu yüzden.”

        REKLAM

        Nazım Hikmet’e göre hayat “Rüzgar kanatlı atlılar gibi” geçer.

        “Akıyordu su

        gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.

        Salkım söğütler yıkıyordu suda saçlarını!

        Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere

        Koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!”

        “Dokuz yaşında ata bindim ve yalan olmasın, bir daha inmedim. Her binişimde büyüdüm ve her inişimde küçüldüm,” diyen Necip Fazıl tam anlamıyla bir at hastasıdır. Fırsatını bulsa tutkunu olduğu kumarın kartlarını at sırtında dağıtacak. Şöyle der kendisinden bile daha meşhur “Kaldırımlar” şiirinde:

        “Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!

        Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.

        Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur,

        Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...”

        *

        Frigyalıların at koşturduğu vadide, dilimde Cemal Süreya’nın bir kitabına isim yaptığı “Uzat saçlarını Frigya” dizesi, Eylül’e veda ederken Turgut Uyar atına binip geldi yanıma. Birbirini geçmek için kişneyen, gemi azıya almış onca atın içinde kulağıma şu dörtlüğünü fısıldadı:

        “Eylül toparlandı gitti işte

        Ekim falan da gider bu gidişle

        Tarihe gömülen koca koca atlar

        Tarihe gömülür o kadar”

        “Haklısın şair, satrançta sadece at öteki taşların üzerinden atlar” dememe fırsat kalmadı, mahmuzladı atını, geçti yanımdan. Peşinden biz de ayrıldık Frig Vadisinden..

        Arkamızdan atlar koşuyordu.

        Diğer Yazılar