Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Parmağıma batan dikenin canımı yaktığını fark ettiğim günden, kangren zamanlara ayak bastığım ana kadar; durmadan kulağıma güzel sözler fısıldayan, ismiyle müsemma Cebrail Dayımın çocukluğumun sönen bir sobanın etrafında geçirdiğimiz uzun, soğuk kış gecelerinde anlattığı o büyülü masallar hiç eksilmedi hayatımdan. Hâlâ şu anda bile gözlerimi kapatıp o anları düşündüğümde çölün ortasında uzaktan bakınca apak bir yumurta gibi gözüken o kırk odalı büyülü kasır gelir gözlerimim önüne. Dayımın bütün masalları gerçekmiş gibi gelirdi bana. Bu yüzden inadına o masallara inanan bir çocuk olarak kalmak istedim şu yaşıma kadar.

        *

        Van’da; haber ajanslarının bulunduğum yere getirdikleri yürek paralayıcı savaş haberleri arasında, penceresinden Süphan Dağı görünen bir evde perdeleri ardına kadar açmış, içeri giren yalancı baharın havasını doyasıya soluyarak, kısa bir süre önce Ankara’da aldığım Alexandre Postel’in “Flaubert’in Bir Sonbaharı” (YKY) romanını okuyorum.

        53 yaşındaki Gustave Flaubert 1875 yılında, hayatını ele geçiren melankoli ve ölme isteğinden bir nebze olsun uzaklaşmak amacıyla iki aylığına bilim adamı dostu Pouchet’nin yaşadığı Concarneau’nun yolun tutar. Parasızdır, hastadır, uyumsuzdur, hayalleri yıkılmıştır, yazma arzusunu kaybetmiştir. Beyni zonklamaktadır. Doğum sancılarına benzer bir sancı gelip saplanmış beynine. Çektiği bu sancılar, ünlü hikayesi “Konuksever Aziz Julien Efsanesi”nin doğum sancılarıdır.

        *

        Bu hikayenin de yer aldığı Flaubert’in “Üç Hikaye” kitabından başka yazılarımda da bahsettim. Dünya edebiyatının en çok konuşulan, üzerine en çok yazı yazılan kitaplarından birisidir bu kitap. Önceki yazılarımda bu kitaptaki “Konuksever Aziz Julien Efsanesi”nden bahsetmem, hikayenin memleketim Hakkari’de bir stran (şarkı) olarak da söylenen “Mem Abbasi” efsanesiyle olan benzerliğiydi. Flaubert’in bir kilise vitrayından aynen aldığını söylediği efsanede oğul, anne babasını öldürüyor; bizim oralarda anlatılan efsanede ise anne oğlunu öldürüyordu. Ama sonuçta ikisi aynı kapıya çıkıyordu. Mehmed Uzun sayesinde varlığını öğrendiğim bu hikayenin çocukluğumda çok duyduğum efsaneye, düğünlerde stran şeklinde hâlâ söylenen hikayeyle ortaklığını keşfedince kendimi tutamamış değişik zamanlarda bu konuda iki yazı yazmıştım.İşe bu yazı üçüncü yazı oluyor.

        Bu sefer hikayede farklı bir ayrıntı dikkatimi çekti; öldürülen geyik ve o geyiğin kehaneti veya laneti…

        *

        Güzel bir hayvandır geyik. Zariftir, narindir, kırılgandır. Doğaya pek yakışır, hiç kimseye zarar vermeden yaşar. Derler ki geyik vurduktan sonra o emsalsiz masumiyeti, o “beni niye vurdun” diyen munis gözlerini görüp pişman olmayan avcı yoktur yeryüzünde.

        Nice şiirde onun yeri vardır. O halde Melih Cevdet Anday’ın “Geyik akarsuları özlediğinde/Hem su hem geyiktir akan” dizelerini Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”deki şu mısralarıyla hemhal ederek devam edelim yazıya:

        “Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede

        İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı

        Sultan hançerleri gibi ay ışığında

        Bir yanında üst üste üst üste kayalar

        Öbür yanında ben

        Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım

        *

        Mösyö Flaubert’in ömrünün sonuna doğru yaratma sancılarından mustarip olduğu iki ayını anlatan romanın sayfalarını çeviriyorum bir yandan, bir yandan da pencereden görünen Süphan Dağı’ndan gözlerimi alamıyorum. Bu kış günü, beyaz gelinlik giymiş bir gelin kadar nazlı dağın bura ahalisinin dilindeki adı “Çiyayê Sipanê Xelatê”dir. Çocukluğumda, Bağdat’ta yayın yapan Kürtçe radyodan bu coğrafyanın yetiştirdiği en büyük dengbêjlerden birisi olan İsa Berwarî durmadan “Siyabend û Xecê” lawjesini (türkü, destan) söyler, biz de hüzünlü, kederli dinlerdik her gece.

        Görkemli bir bahar günü başlıyordu hikaye. Okuduğum romandaki Flaubert’in son iki ayı -ki “Aziz Julien” efsanesini yeniden yaratmaya çalışıyordu- sonbahara tekabül etmişti. Kitapta tekrar okuduğum hikayenin ana kaynağı, yani efsanenin özgün halinde bir geyik bahsi geçiyordu. Flaubert “geyik motifini” yazdığı hikayede korumuştu. “Siyaben û Xecê” destanında da geyik başroldeydi.

        *

        Siyabend, içinde Xecê’ye duyduğu aşk kadar olmasa da ona yakın bir aşkla geyiklere de vurgundur. Bir anda ayağına gelmiş bir geyik görür Xecê’yi kaçırdığı Süphan Dağı'nın doruğa yakın bir yerinde. Her şeyi unutur, kovalamaya başlar geyiği. Gerer yayını, bırakır okunu, geyiği düşürür yere. Varır yaralı geyiğin başına, can çekişiyor masum geyik, gözleri “günahım neydi” der gibi bakıyor. Bıçağına davranır, tam geyiğin boynuna çalacakken, gafil avlanır, geyik bir boynuz darbesiyle Siyabend’i uçurumdan aşağı fırlatır.Karşı kayalıklarda yankılanarak gittikçe derinlere düşen sesine Xecê koşar, uçurumun başında Siyabend yok, yerde can çekişen yaralı bir geyik var...Seslenir, Siyabend’in sesi derinlerden bir yerden geliyordur. Xecê eğilir bakar uçurumdan aşağı, uğruna her şeyini bırakıp buralara kaçtığı sevgilisi, yarın bir yerinde bir meşe ağacının sivri dalına asılı kalmış, dal sırtından girmiş, karnından çıkmış, öyle sallanıyor havada.Karşılıklı söylenen güzel sözler kifayetsizdir artık. Geyik yapmış yapacağını. Ta aşağılarda Van Gölü’nün durgun suyu çağırıyor ikisini. Xecê bırakır kendini yüksek yarın büyülü boşluğuna. Gider, Siyabend’e çarpar, dal kırılır, ikisi bir yumak halinde gölün çivit mavisi sularında kaybolurlar.

        İsa Berwarî’nin radyodan duyduğum kilamı böyle biter.

        *

        Mösyö Flaubert’in hikayesinin dayandığı “Aziz Julien Efsanesi” ise şöyle:

        Julien soylu bir derebeyinin oğludur. Annesi temiz kalpli bir kadındır. Anne baba üzerine titriyor. Bir şatoda büyür çocuk. Çocuk büyüdükçe içindeki acımasızlığı ufak ufak keşfetmeye başlar. Bir gün bir fare öldürür, başka bir gün bir güvercin boğazlar. İşin tuhafı bu eylemleri hoşuna gider, bu vahşi kötülükleri yaptıkça içinde karanlık bir şehvet uyanır. Eli silah tutunca ava merak salmaya başlar. Önüne çıkan her hayvanı öldürür. Oklarından, kılıcından ve bıçağından hiçbir hayvan kaçamaz olur.

        Günün birinde en büyük avını avlar. Kocaman bir geyiğe fırlattığı oku alnının tam ortasına saplanır geyiğin. Yaklaşır avına, can çekişmekte olan geyik hüzünle bakar yüzüne ve aniden dile gelir. Geyik ona; “Yakın bir zamanda anneni de babanı da öldüreceksin,” der ve can verir.

        Julien iliklerine kadar korkuya gömülür. Telaşla şatoya döner. Etrafına bir grup maceracı toplar. Kısa sürede o çetenin reisi olur. Savaş çıkar, savaşta büyük yararlılık gösterir, ödül olsun diye Batı İmparatoru onu kızıyla evlendirir.

        Lanetten kaçmak ister. Eşini alır mermer bir şatoya yerleşir. Refah içindedir, mutludur ama içinde adlandırmadığı gizli bir isteksizlik, bir bitkinlik vardır. Bir türlü kendini tam mutlu hissetmez. Vahşi av partileri gelir aklına. Avlanma isteği ona işkence eder.

        Bir kış gecesi penceresinin önünden geçen hayvanların sesine duyunca dışarı çıkar. Kafileler halinde hayvanlar geçiyor ama o hiç birisini vurmaz. Hayvanlar gittikçe çoğalır, onu çembere alırlar.

        Tam bu sırada yaşlı anne ve babası sarayına misafir olurlar. Yatma vakti gelir, genç karısı önemli misafirlerine kendi geniş yatak odasını tahsis eder.

        Hayvanlar tarafından köşeye sıkıştırılmış olan Julien onlardan kurtularak öfkeyle gece geç bir saate eve döner. Soyunup dökünür yatağına giderken bir erkekle bir kadının yatağında yattığını fark eder. Öfkesi daha da büyür, karısının onu aldattığını sanır, kılıcını çeker ikisini de yatakta delik deşik eder.

        Sabahı bekler. Ortalık aydınlanınca öldürdüğü kişilerin annesi babası olduğunu anlar.

        Kendini kaybeder, suçun ağırlığıyla kaçar, dağ bayır demeden uzaklaşır. Yalnız, sefil, utanç içinde bir hayat sürmeye başlar. Balçık dolu bir ırmakta salcılık yapmaya başlar. Otlarla, bitki kökleriyle beslenir. Et yememeye ahdeder.

        Bir akşam kayığına paçavralar içinde bir cüzzamlı alır. Irmağı geçtikten sonra cüzzamlı ondan yardım ister. Julien ekmeğinden verir ona, cüzzamlı soğuktan titremektedir, ancak ona sarılırsa ısınabileceğini söyler, acaba onu yatağına alabilir mi? Ona da evet der. Cüzzamlı ona sarılır, mide bulandırıcı çirkin yüzünü yüzüne yaklaştırır. Onu öper. Bir anda o cüzzamlı görüntünün altında, o son öpücükte, İsa’nın biçim değiştirmiş yüzü bütün güzelliğiyle ortaya çıkar.

        Julien yavaş yavaş göğe yükseldiğini hisseder.

        *

        Batı edebiyatının mihenk taşı hikayelerinden birisi olan hikayesini Flaubert bir geyiğin “laneti” üzerine inşa etmiş. Doğu edebiyatında yazılmış “geyik lanetini” anlatan en önemli kitap ise, bir roman veya hikaye değil, bir piyestir. Murathan Mungan’ın “Geyikler Lanetler” piyesi…

        “Şarkın şimal tarafı, her yerin şarkı, her yerin şimali” dediği bir efsunlu mekanda geçer hikaye. Geçtiği zamanı ise Mungan daha piyesin girişinde anlatıcıya şöyle anlattırır:

        “Kimi der: Bin yıl önce

        Kimi der: Geceleyin

        Kimi der: Düşümde

        Sözün kısası

        İşte size seyirlik bir hikaye!

        Öyle bir hikaye ki,

        Geyikleri ve Lanetleri anlatır;

        Kaldırın geyikleri, kaldırın lanetleri

        Geriye hayatımız kalır.

        Hayatımız dedikleri nedir ki zaten? Tarih nedir, zaman nedir?

        Bir tek zaman vardır Asya’da: Geniş Zaman

        Geçmiş de Gelecek de Şimdi de

        Geniş Zamandır.”

        Bir aşiretten dört kuşak var oyunda. Dört kuşağın dördü de töreye, efsuna ve geyik lanetine yazgılıdır. Dört hikaye de birbirinin tekrarı gibi gelişir. Göçebelikten yerleşik hayata geçiş (yerleşik hayata geçtik mi ki?) serüveni… Doğa ile kendi eseri olana töreler arasında sıkışmış olan bizlerin hikayesi…

        *

        Büyük bir aşiretin reisi olan Hazer Bey, babasının rızası olmadan başka bir aşiretten Kureyşa ile evlenir. Göçer aşiretini de yerleşik hayata geçirir. Yeni yerleşik yurtları adeta bir geyik yurdudur, sürü sürü geyik dolaşır dağlarında. Töre gereği yeni yurdu yurt bellemek için oraya kan dökmek gerekir, bu kan da bir geyik kanı olur. O kan da şişelere doldurulur, bir yerde muhafazaya alınır. Başka bir yere göçerlerse eğer o kan toprağa gömülmeli. Aksi taktirde gidilen yerde aşiret lanetlenir. Ama zaten lanet çoktan yola çıkmış zira Hazer Bey’in öldürüp kanını şişelere doldurduğu geyik ölürken gebeydi, gebe geyik öldürmek lanetin en büyüdür. Hazer Bey babasının rızası olmadan evlendiği, göçer aşiretini yerleşik hayata geçirdiği ve gebe bir geyiği öldürdüğü için babasının hayaleti tarafından lanetlenir.

        Hazer Bey ile Kureyşa’nın çocuğu olmaz. Kureyşa, Hazer Bey’e bir oğul vermediği için kahrolur, kendini suçlar. İntihara yeltenir. Bir şişedeki geyik kanını içerek canına kıymaya kalkışır ama heyhat gelin görün ki içtiği geyik kanı onu öldürmez hamile bırakır.

        Doğan çocuğa Mustafa adını verirler. Mustafa büyür, bir av sırasında gördüğü bir geyiğe aşık olur.

        Mustafa’nın geyiğe duyduğu aşkı onu çaresi olmayan bir illete sürükler. İş aşiretin efsuncularına kalır, efsuncular oturur tez elden geyiği göz kamaştıran bir genç kıza döndürüp Mustafa’yla evlendirirler. Geyikten insana dönmüş geline Cudana adını koyarlar.

        Gelin görün ki Cudana’nın da çocuğu olmaz. İnsan Başlı Yılan bir çare bulur. Cudana’nın geyikten kalan tek mirası gözleridir. Eğer o gözlerden vazgeçerse çocuk sahibi olabileceğini söyler. Cudana kabul eder, iki gözüne karşılık Kasım ile Nasır adlarını alan iki oğul sahibi olur.

        Avcılar can çekişen geyiklerin başına gittiklerinde en çok o gözlere acırlar. Mustafa Bey de geyiğin gözlerine aşık olmuştur, meftunu olduğu o iki göz gidince Cudana’ya olan aşkı oracıkta biter. Cudana’dan uzaklaşır ama Cudana da onu lanetler. Günün birinde Kasım ile Nasır geyik avına çıkarlar. İntikam Cinleri, Mustafa Bey’i bir geyik suretine büründürerek oğullarının yoluna çıkarır. Oğulları babalarını öldürürler.

        Kasım Süveyda ile evlenir, bir oğlu olur, adını Bakır koyarlar. Oğlu dünyaya geldikten sonra Kasım çok uzun bir yolculuğa çıkar ve yedi yıl dönmez yurduna. Herkes ondan ümidini keser, Süveyda hariç. Cudana, töre gereği kocasız kalan gelinini Kasım’ın küçük kardeşi Nasır’la evlendirir. Süveyda’nın Nasır’dan Sidar adında bir oğlu olur. Sidar’ın sünnet düğününde Kasım aniden çıkagelir; karısının kardeşiyle evlendirildiğini anlar.

        Meseleye bir çare bulmak aşiretin ulularına düşer. “Hak dairesi” adı verilen bir daire çizerler, iki kardeşten birisi ölene kadar o daire içinde dövüşecekler. Cenge durur iki kardeş, birisi ölür, ölenin Kasım olduğunu Cudana şu replikle açıklar:

        “Açmayın yüzü, ölen Kasım’dır; sağ gözüm açıldı.”

        Oyun Hazer Bey’in babasına karşı gelmesiyle başlar, gebe geyiğin öldürülmesiyle devam eder, geyiğin laneti önce babayı oğula, sonra da kardeşi kardeşe öldürtür.

        *

        Doğu halk edebiyatında geyik veya ahu kendini kolay ele vermez. Masum ve ürkektir. Nazlı nazlı dolaşır dağlarda. Bir aşık gibi, derin bakar gözleri. Bu yüzden sevgili hep ahuya benzetilir halk edebiyatında, divan şiirinde, söylenen şarkılarda. Ahunun gözleri sevgilinin gözlerine benzer. Ürkekliği sevgilinin nazına, kendini ele vermemesi sevgilinin haline, ondan misk elde edilmesi, sevgilin misk gibi kokan saçlarına benzer.

        Doğu edebiyatında sevgili ahu, ahu da peridir.

        O halde geyiğe dair bir hikaye de Botan mülkünden:Avcıların şahıdır Botan Miri Mehmet (Mir Mihemedê Botî) Bey… Kavminin idaresinden çok dağlarda geyik kovalamaya ayırıyor. Müpteladır geyik avına. Onları avlayıp etini yemekten çok, onları kovalamak iştahını kabartıyor Mir’in... Dağ bayır, hisar uçurum, yokuş iniş demeden, elinde okla yayı geyik kovalıyor durmadan. O mu geyik kovalıyor, geyik mi onu bir muammadır...Düşer bir gün yine bir geyiğin ardına. Bulduğu ilk fırsatta çeker yayı... Ok saplar geyiğin topuğuna. Geyik topal, Mir koşar adım... Yine de yetişemez geyiğe. Yere kan saça saça, arkasından kıpkırmızı bir şerit bırakarak sığınır bir mağaraya geyik... Mir peşinden girer mağaraya.Mağaranın içi zifiri karanlık...

        Gözleri alışır karanlığa, yaralı geyiği ararken bir de bakar ki, mağaranın kuytuluğunda, kayaya sırtını yaslamış, topuğuna bir ok saplanmış halde, derinden derine inleyen, acı çeken, dokunsan kırılacak, saz gibi bir kız... Gözleri ışık salan iki yıldız, yüzü insanı içine çeken dipsiz bir kuyu... Gözleri yaralı bir geyik ararken, yaralı bir kıza dönüşmüş halde bulur aradığı geyiği. Kızın yaya benzeyen gözlerinden çıkan oklar, gelir Mir’in kalbine saplanır. Oracıkta aşık olur yaralı geyik-kıza.Hikayenin gerisini anlatmıyor dengbêjler kilamlarında. Mir konağına döner dönmez ferman eyler, o günden itibaren geyik avını yasaklar tekmil Botan mülkünde.

        *

        Gustave Flaubert’in bir geyiğin lanetinden yola çıkan hikayesini yaratma sürecini Van’da, açık duran bir pencereden yalancı baharın cilveleri arasında Süphan Dağı’nın karla kaplı doruklarına arada bir bakıp; bu dev yazarın Haçlı seferleri sırasında muhtemelen bizim yurdumuzdan alıp Fransa’ya götürülen bir efsaneyi alıp modern edebiyatın malzemesi haline getirme serüvenini hem kıskançlık hem de hayranlıkla okurken; soluklandığım anlarda aynı temanın bir Kürt destanına, Botan Beyi’nin geyik sevdasına, Mardin’den yola çıkmış bizden bir yazarın Murathan Mungan’ın İstanbul’da aşk, lanet, tutku, öç, kan, ölüm gibi hayatımızdan hiç eksilmeyen temaları, gebe bir geyiğin katliyle bir lanete dönüşme sürecini anlattığı oyununa götürdü beni.

        Meğer Cebrail Dayım’ın çocukken bana anlattığı o masalların hepsi gerçekmiş. Modern edebiyatın bu muhteşem masallarının künhüne vardıkça, çocukluğumda dinlediğim dayımın masallarına şimdi daha çok inanıyorum bu kocamış halimle.

        Diğer Yazılar