Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yaşadığımız yirmi birinci yüzyıl ne kadar “demokrasilerin yorgun düştüğü” bir “popülist liderler” çağıysa, geride bıraktığımız yirminci asır bir o kadar yeni yön tayin eden, yeri göğü inleten “entelektüeller yüzyılı”ydı. (Albert Einstein, James Joyce, Picasso, Sartre, Albert Camus, Stenly Kubric, Heidegger, Marcel Proust, Edward Said, Hannah Arendt, Freud, Charlie Chaplin, Gabriel Garcia Marquez, Bill Gates gibi gidişatı değiştiren daha niceleri bu yüzyılın içinden geçtiler.)

        İki büyük dünya savaşı ve bir soğuk savaş yaşadı yirminci yüzyıl; insanlığa hiç de merhametli davranmadı bu yüzden.

        Ama her görüşten, her meşrepten, her milletten devedişi entelektüeller, filozoflar, yazarlar, ressamlar, sporcular, alimler, şairler yetiştirdi. Aralarında açık açık Nazizm’i savunanlar da oldu, komünizmi göklere çıkaranlar da…Felsefi akım başlatanlar, edebi tür yaratanlar, sinemada devrim yapanlar, resimde, müzikte, mimaride, bilişimde çığır açanlar, siyasette yol gösterenler, büyük şairler, olağanüstü filozoflar… Fikirleri çağa rengini verdi. Hitler gibi bir insan kasabına “akıl hocalığı” yapanlar görüldü içlerinde, Stalin gibi bir büyük caniye “insanlığın kurtarıcısı” muamelesi yapanlar da…

        *

        Fransa’da André Gide, bizde Nazım Hikmet mesela…

        Nazım Hikmet’i daha çok gençken, yirmili yaşlardayken, Almanya’dan gelen kırmızı atkılı bir Spartakist bir hülyanın içine çekti; “güneşli güzel günlere” erken inandı çocuk. André Gide ise 1927 yılında çıktığı Afrika seyahatinden, devleti Fransa’nın sömürgelerde uyguladığı korkunç zulme şahit oldu, dönüşte buna isyan etti. Fikirleri sansüre uğradı. Kısa sürede “yasak fikirlerin” büyük timsali oldu. İsmet Özel bile “Amentü”de onunkine benzer “yasak fikirlere” kapıldığını söyledi.

        “Meyan kökü kazarmış babam kırlarda

        ben o yaşta koltuğumda kitaplar

        işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı

        cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları

        kafamda yasak düşünceler, Gide mesela.”

        Stalin, bizdeki İstiklal Mahkemeleri’nden feyz alarak 1937 Moskova Duruşmalarında bütün dava arkadaşlarının kanına teker teker ekmek doğrarken Nazım Hikmet askeri isyana teşvikten “sintinenin dibini” boylamak üzereydi. André Gide ise Stalin’e övgüler yağdırmaya başlamıştı daha 1930’ların başında. Ona göre Stalin “sınıfsız devletsiz” bir “insanlık idealini” inşa ediyordu. Gide istim üzerinde, bir haber bekliyordu. Ah “yoldaş Stalin” onu bir davet etse! Sovyetlere gitse, mekteplerde ders verse! Bildiklerini aktarsa! Komünizme ne büyük katkı yapardı!

        Ve 1935 yılında; “ders vermek” için değil, gelip kendi eseri olan “örnek çiftlikleri”, “örnek fabrikaları” görüp, döndükten sonra Batı’da “burjuvalara” anlatsın diye onu Sovyetlere davet etti Stalin.

        *

        “Yoldaş Stalin”den davet aldığı 1930’lu yıllarda André Gide bütün dünya sosyalistleri, komünistleri için adeta bir Papa’ydı. Komünistlerin arasında olduğu gibi, komünist olmayan dünya aydınları arasında da prestiji çok yüksekti. Bu aydınlar Gide’in Stalinci tavrını bir türlü anlamıyorlardı, onlara göre büyük yazarı bu rijit fikirlere “çevresini kuşatmış aklı kıt” insanlar sevk etmişti, yoksa başka türlüsü mümkün değildi.

        *

        André Gide büyük bir memnuniyetle hem “sosyalizmin yeşerdiği ülkeyi” hem de “yoldaş Stalin”i görmek üzere Paris’te trene bindi ve Moskova Garı’nda indi. Hükümet onu karşılamak üzere Léon Moussinac’ı görevlendirmişti.

        Yazar, film eleştirmeni, sinema tarihçisi olan Moussinac Fransız’dır. Ülkesinde Komünist Partisinde çalışmış, o sırada Sovyetler Birliği’nde bulunuyor. Belki de bir Fransız komünisti başka bir hemşerisi karşılarsa iyi bir jest olur diye düşünmüşler kim bilir… André Gide, Moussinac’ı tanımıyor. Moussinac’ın belirgin bir özelliği var. O tarihlerde bütün dünya komünistleri Stalin’e benzemek için can atıyor ama gelin görün ki Allah Moussinac’a sanki bir güzellik yapmış; böyle halk etmiş, Moussinac hık demiş Stalin’in burnundan düşmüş. Ulu öndere benzemek için özel bir gayreti de olmamış üstelik, gerçekten de ikiz kardeşi gibi… Bu benzerliği daha da pekiştirmek için de onun kıyafetine benzer kıyafetler giyiyor. Aynı pos bıyık, aynı kasket, aynı boy, aynı endam, aynı gülüş…

        André Gide coşku ve gururla trenden indi. Etrafına baktı. Birkaç adım uzağında bütün yakışıklılığı, karizması ve azametiyle “Yoldaş Stalin” ona gülümsüyor. Hiç şaşırmadı. Ona göre bu çok doğal bir şeydir. Elbet kendisi çapında bir büyük yazarı, fikir adamını Stalin karşılamaya gelir, gelmese ayıp etmiş olurdu!

        Kendisini karşılayanın Stalin değil de en az kendisi kadar Fransız Moussinac olduğunu, Stalin’in tren istasyonunda birisini karşılamasının eşyanın tabiatına aykırı olduğunu birileri Gide’e anlattı mı sorusunun cevabını, bize bu hikayeyi anlatan Abidin Dino vermez; ama Stalin’in bir kez, kısa bir süreliğine Gide’i kabul ettiğini, kendisi de bir eşcinsel olan Gide’in de ona “Rusya’da eşcinsellerin durumunu sorduğunu” Yoldaş Stalin’in de bu soruya pek kızdığını ama kızgınlığını fazla belli etmeden eşcinselliğin “burjuva yozlaşması” sayıldığını, Sovyetlerde bunun “ağır cezalık” bir suç olduğunu söylediğini; bunun üzerine Paris’e döndükten sonra Gide’in tarihe geçen o “Netice şu: Ortada komünizm yok, sadece Stalin var!” vecizesini söylediğini kaydeder tarihçiler.

        *

        Nazım Hikmet’e gelince…

        *

        Rahmetli Adalet Ağaoğlu, “Damla Damla Günler 1, 1969-1976” adını verdiği günlüklerinde Moskova seyahati günlerinden de bahseder. 6 Ocak günü Nazım Hikmet’in eşi Vera’yla birlikte şairin mezarını ziyaret ederler. Memleketten getirdikleri toprağı mezarına serperler. Deftere bir şeyler yazarlar. Daha sonra, Nazım Hikmet’in ölümüne kadar son yıllarında hep yanında, yakınında bulunmuş, çevirmeni Ekber Babayev’le buluşurlar. Kitapçıları gezerler. Gezi boyunca Babayev, hep şairle ilgili hatıralarını anlatır durur. Bir ara Adalet Hanım’ın kulağına eğilip fısıltıyla şunları söyler:

        “Nazım tam zamanında öldü.” Adalet Hanımın şaşırdığını görünce ekler: “Yönetim kendisiyle uğraşmaya başlamıştı. Gözden düşmüştü.”

        Babayev’in bu sözleri üzerine Adalet Hanım şunları yazar günlüğüne:

        “Ne denir? Dilim tutuldu diyebilirsin. Gıkım çıkmadı.”

        *

        Nazım Hikmet’in “Otobiyografi” şiirindeki “951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün” dizesindeki deniz “Karadeniz”, “genç bir arkadaş” da o sırada kız kardeşi Melda Hanımla evli yazar Refik Erduran’dır.

        Hapishaneye girmeden önce bir “bahriye zabiti” olduğu halde hapishaneden çıktıktan sonra onu alıp askere götürmek istediler. Kalbi ufak ufak tekliyordu zaten, orta yerde bir Sabahattin Ali cinayeti vardı, benzer bir yöntemle onu da ortadan kaldırmak için bir seferinde üzerine araba bile sürmüşlerdi. Ölümle burun burunaydı. Kaçmaktan başka çaresi yoktu. Kaçtı. Ama kaçışını ne KGB ne de “sinekten yağ çeken partisi TKP” ayarladı. Fikir muzip Refik Erduran’ın fikriydi. Danıştığı tek kişi şairin akrabası Mehmet Ali Aybar’dı.

        Refik Erduran Tuzla’da askerdi. İşadamı Malik Yolaç’ın satışa çıkardığı sürat teknesine talip oldu. Ama önce Kuzey Deniz Saha Komutanı Münci Paşa’ya, yazmakta olduğu bir film senaryosunu bahane ederek Boğaz çıkışında kontrol olup olmadığını sordu. Olmadığını öğrendi. 17 Haziran 1951 günü Nazım Hikmet’i Tarabya’da tekneye aldı. Onu Bulgaristan’a götürecekti. Boğaz’dan çıktıktan sonra o “buğulu havada” uzaktan “Plehanov” adında bir Rumen şilebi çıktı yoluna. Yaklaştılar. Nazım Hikmet geminin adını görünce “Plehanov sevmediğim bir adamdır ama neyse” dedi. Gemiden “gelmeyin” dediler. Şair bağıra bağıra “Ben Nazım Hikmet’im” dedi, Rumenler tınmadılar. Bir saat kadar dolaştılar geminin çevresinde. Refik Erduran kaptana rüşvet vermek için Nazım’dan para istedi. Nazım, “Komünistler benden rüşvet alır mı?” diyerek karşı çıktı. Bu arada gemi Romanya’ya, Romanya da Moskova’ya haber saldı. En sonunda Stalin’den olur gelmiş olacak ki şair şilebe alındı.

        Nazım Hikmet şilebe bindiğinde, Refik Erduran’ın kulağına, eşi Münevver’e iletilmek üzere bir “müjde şifresi” fısıldadı. Şifre şuydu:

        “Süt şişesinin kapağı uydu.”

        Refik Erduran İstanbul’a geri döndü, Malik Bey’e, motorun çok yakıt yaktığını, almayı düşünmediğini söyledi, Tuzla’ya gitti, birliğine teslim oldu, ardından da Kore’ye giden askeri kafileye katıldı.

        Nazım Hikmet’in kaçış haberi dört gün sonra, 21 Haziran 1951 günü duyuldu. Haberi dünyaya Bükreş Radyosu duyurdu.

        Daha sonra işadamı Selahattin Beyazıt’ın Refik Erduran’a anlattığına göre, kaçış haberini Başvekil Adnan Menderes bir yemekte aldı. O sırada Beyazıt’la aynı masada oturuyorlar. Haberi alan Menderes önce şaşırdı, bir süre düşündükten sonra “İyi oldu” dedi gülümseyerek.

        *

        29 Haziran 1951 günü Nazım Hikmet Moskova Vnukova Havaalanına indi. Onu Stalin’e benzeyen birisi değil, Sovyet Yazarlar Birliği üyeleri çiçeklerle karşıladılar.

        Birkaç gün sonra Yazarlar Birliği, gelişinin şerefine bir yemek verdi. Yemekte konuşma sırası Nazım Hikmet’e gelince, “Moskova’nın her yerinde Stalin’in bir sürü zevksiz heykeli var, yakında Stalin’i görmeye gideceğim, bu durumu kendisine anlatacağım” dedi safça. Önce salonu kesif bir sessizlik kapladı, sonra itirazlar yükseldi, ardından da salon boşaldı. Stalin’den istediği randevu da iptal edildi.

        Bir süre sonra, Bursa Cezaevi’nde yıllarca hayalini kurduğu cennetin cennet değil bir kabus olduğuna “şair yüreğini” ikna etmek zorunda kaldı.

        *

        Bu yazıyı yazarken, durmadan Nazım Hikmet’in eşi Vera Tulyakova Hikmet’in “Bahtiyar Ol Nazım” isimli hacimli kitabını okudum.

        Nazım Hikmet, Vera’yla karşılaştığında Stalin öleli birkaç yıl olmuştu. Ama “hayaleti” hâlâ dolaşıyordu her yerde. İlk karşılaşmalarına, devlet için film işinde çalışan Vera’nın Arnavutluk üzerine yapacakları bir çizgi filmin danışmanlığını Nazım’a teklif etmesi vesile oldu. Konuşurlarken Nazım Hikmet, “Sanatta natüralizmden nefret ediyorum” dedi. Vera’nın yanındaki arkadaşı sordu ona:

        “Sizce ne demek natüralizm?”

        Nazım Hikmet şu cevabı verdi:

        “Şimdi içeri gömleksiz bir adam girerse realizm olur ama pantolonsuz bir adam girerse bu natüralizmdir.”

        Bu sırada evirdi çevirdi Nazım Hikmet lafı Komünist Parti’nin Merkez Komitesine getirdi. Şimdi Merkez Komitesi’nde ne bir filozofun ne bir aydının ne de 20’li yılların polemik üstatlarına benzer birisinin olmamasından yakındı. Vera ve arkadaşı tedirgin oldu, şair korkmadan partiyi eleştiriyor, olacak şey mi? Ondan politika konuşmamasını rica ettiler.

        Nazım Hikmet;

        “Neden konuşmayalım? Stalin öldü artık” dedi.

        “Stalin ölmüşse ve Lenin’in yanındaki anıt mezarda yatıyorsa ne fark eder ki,” dediler ona.

        “Koca bir ülkenin emekçileri nasıl olur da cesetlere tapar, işte bunu anlamıyorum,” dedi Nazım.

        O sırada yazmakta olduğu “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu” oyununun ana fikrini Vera’ya şöyle açıkladı:

        “İktidar emelleriyle yoldan çıkmak en büyük tehlike. Özellikle de siyasi iktidarın. Stalin buna en iyi örnektir. İşte bu düşünceden yola çıkarak yazdım bu piyesi.”

        Piyes yasakladılar.

        *

        Vera kitabında, Nazım Hikmet’in Stalin’in 5 Mart 1953 günü ölüm haberini aldığı anı şöyle anlattı:

        “İlk tepkin korkunç olmuş, donup kalmışsın. Birkaç dakika konuşamamışsın. Gözlerinde yaşlar belirmiş. Perişan bir halde sormuş Simonov:

        ‘Nasıl yaşayacağız bundan sonra? O, bizim yerimize de düşünüyordu.’

        ‘Ne?!’ diye tekrarlamasını istemişsin sen.

        ‘Bizim için düşünüyordu!’

        Ve sen birden gülmeye başlamışsın... Önce yavaş, sonra şiddeti artan kahkahalarla...

        Simonov sinir krizi geçirdiğini düşünerek çok korkmuş. Kapıyı açıp ellerinde şırıngalarla bekleyen doktor ve hemşireleri içeri çağırmış hemen. Hepsi birden etrafını sardığında, bir şeyin olmadığını açıklamaya çalışmışsın onlara.

        ‘Artık biz kendimiz düşüneceğiz! Kendimiz! Kendi kendimizi! Stalin’e saygım tam, ama insan kendi düşünmeli!’ diye bağırıp sana uzanan şırıngalardan kurtulmaya çalışmışsın.

        Komünistlerin çoğu gibi sen de inanmıştın Stalin’e. Tahttan inişini üzüntüyle izlemiştin.”

        *

        Stalin’in ölümü üzerine yaşayan bütün yazarlara “büyük öndere” bir şiir yazma görevi verildi. Nazım Hikmet de “5 Mart 1953” adını verdiği şu şiiri yazdı:

        “İlkönce kim kime metin ol kardeşim diyecek,

        ilkönce kim kime başsağlığı dileyecek?

        Hepimizindi o, hepimizindir.

        Yoldaşlarım, acınızı duyuyorum,

        sizin duyduğunuz gibi tıpkı aynı şiddetle…”

        *

        Nazım Hikmet, bu şiiri yazdıktan üç sene sonra Kruşçev, partinin 20. Kongresi’nde bütün dünya komünistlerini ağır bir buhranın içine çeken o ünlü koşmasını yaptı. Ona göre Stalin “insanlığın kurtarıcısı” değil bir “caniydi”. Yer yerinden oynadı. O günden itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmadı komünist camiada.

        Nazım Hikmet yine de bekledi. 1962 yılının Kasım ayında, ölmeden bir yıl evvel, Stalin hakkındaki gerçek fikirlerini şu şiirle anlattı:

        “Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kağıttandı ki

        santiminden metreye kadar

        taştan, tunçtan, alçıdan ve kağıttan çizmeleri

        dibindeydik.

        Şehrin bütün meydanlarında

        parklarda, ağaçlarımızın üstündeydi, taştan,

        tunçtan, alçıdan ve kağıttan gölgesi

        taştan, tunçtan, alçıdan ve kağıttan bıyıkları lokantalarda

        içindeydi çorbamızın.

        Odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve

        kağıttan gözleri önündeydik.

        Yok oldu bir sabah

        Yok oldu çizmesi meydanlardan

        gölgesi ağaçlarımızın üstünden

        çorbamızdan bıyığı

        odalarımızdan gözleri

        Kalktı, göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın,

        tuncun, alçının ve kağıdın.”

        *

        Türkiye'deki rejime göre Nazım Hikmet “komünist” olduğu için tehlikeliydi, öldürülecekti, kaçtı memleketten. Gittiği Sovyetler Birliği'ndeki rejime göre ise “komünist olmadığı” için tehlikeliydi. Bir görüşe göre bütün dünyanın bildiği bu kadar ünlü bir şair olmasaydı Rusya'ya gittiği ilk yıllarda yok edilecekti.

        *

        20. yüzyıl bir “aşırılıklar çağı”ydı.

        İnsan bu yüzyılda kafa tuttu doğaya

        Dağları bu yüzyılda deldi,

        Bu yüzyılda uçtu göklerde.

        Deryaların dibine bu yüzyılda indi,

        Bu yüzyılda çıktı fezaya.

        Azgın nehirlerin önünü bu yüzyılda kesti,

        Bu yüzyılda nehir yataklarını değiştirdi,

        İnsandan insana bu yüzyılda kalp nakletti.

        Ve en çok bu yüzyılda birbirini katletti.

        Belki de bu yüzden Albert Camus bu yüzyıl için, “Bilinçli öldürmeler çağı” dedi.

        Diğer Yazılar