Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İzmir Konak’ta, memleketin her yerinde şubeleri bulunan bildiğimiz süpermarketlerden birisine et almak üzere girdim. Rafların önünde fazla oyalanmadan doğrudan et reyonuna gittim. Bir tepsinin içinde kuşbaşı doğranmış kuzu eti vardı. Benden önceki müşteri işini bitirince, eti işaret ederek, “Şu kuşbaşından bir kilo kıyma istiyorum,” dedim.

        Marketin kasabı uzaydan gelmişim gibi tuhaf tuhaf baktı yüzüme. “Bu cahil herif de nerden çıktı” bakışını bir süre üzerimde gezdirdikten sonra, “Olmaz efendim,” dedi.

        “Ne olmaz?” diye sordum.

        “O eti size veremem” dedi

        “Niye, birisine mi ayırdınız?”

        Yanlış bir şey söylediğini hızlıca anlamış olacak ki sözlerini düzeltti:

        “Veririm de kıymasını veremem” dedi.

        “Neden?” dedim, “kıyma satmak yasaklandı mı?”

        “Değil de tek kıyma makinamız var” dedi.

        “İyi ya, hemen çekiver işte” dedim safça.

        Ama kasap kararlıydı.

        “Çekemem efendim, tek makinamız var.”

        “Eti iki makinayla mı çekiyorsunuz?”

        “Makinamızda sadece dana kıyma çekiyoruz.”

        “Niye? Makineniz kuzuya dirençli mi?”

        “Ne?”

        “Dirençli mi?”

        “İşimiz var amca, benimle dalga geçme.”

        “Peki dana değil de kuzu kıyma isteyene ne yapıyorsunuz?”

        “Kuzu kıyma çekmiyoruz diyoruz.”

        İyice meraklandım:

        “Niye kuzu çekmiyorsunuz?”

        Bu soruyu meğer çoktan bekliyordu:

        “Kokuyor.”

        “Ne kokuyor?”

        “Kuzu kokuyor.”

        “Niye kokuşmuş et satıyorsunuz ki?”

        “Öyle değil, kuzu eti, et kokuyor.”

        “İyi ya, et dediğin et kokar.”

        “Hayır efendim, kuzu kokar.”

        “Parfüm mü sıktınız?”

        Dalga geçtiğimi sandı:

        “Uzatmayın, çekemem dedim. Müşteriler şikayet ediyor.”

        “Demek müşterileriniz çok hassas. Daha önce çekilmiş kuzu kıymanın danaya karışmış kırıntılarının kokusunu alacak kadar gurme müşterileriniz var maşallah.”

        “Gurme?”

        “Gurme… hani sonradan…”

        “Bize sonradan görme mi diyorsunuz yani?”

        “Haşa, bir gıdayı lezzetli yapan kokusu ve tadıdır diyorum.”

        “Uzatmayın efendim işim var, bakın başka müşteriler bekliyor.”

        “Bunlar, daha önce kuzu kıyma çektiğiniz için gidip sizi şikayet mi edecekler?"

        “Ederler.”

        “Peki ben kuzu kıyma istediğim halde bana vermediniz diye sizi şikayet edebilir miyim?”

        “Edebilirsiniz.”

        “Kime şikayet edeceğim?”

        “Müdüre.”

        “Müdür nerede?”

        Kafasını kaldırdı, gözleriyle tavanı işaret etti:

        “Yukarıda”

        Baktım diyaloğumuz “inek içti-dağa kaçtı” tekerlemesine dönüşecek uzatmak istemedim ama tam bu sırada, benim ısrarla kokan kuzu kıymayı istememe bir anlam veremeyen bir müşteri kızgınlıkla araya girdi:

        “Beyefendi, kasap doğru söylüyor, kuzu kokar. Neden herkes gibi dana almıyorsunuz ki?”

        “Kokmuyor diye.”

        “İyi ya, kokmuyor, ne güzel!”

        “Aslında dana da kokuyor” dedim. “Ama et değil, yediği plastik yem kokuyor da ondan istemiyorum. Hatta onu bile kokmuyor.”

        Kasapla bu diyalogumuz bir süre daha devam etti, kasap Nuh dedi peygamber demedi, oysa Nuh peygamberdi.

        Kıyma almadan çıktım marketten.

        *

        Ama İzmir’de o gün kasaplarla imtihanım bitmedi. Konak Meydanı’nda vitrininde çok iyi sergilenmiş kuzu eti bulunan bir kasap gördüm. Girdim içeri. Kıyma almaktan vazgeçmiştim. Beğendiğim bir kuzu kolu, bir gün önce süt, limon, biber salçası, zeytinyağı, kekik, biraz soya sosu, tuz, karabiber, isot, rendelenmiş soğan, dövülmüş sarımsaktan müteşekkil bir sosa yatırıp ertesi gün fırına yollamak üzere iyice temizlettim. Bu kez kasap “kuzu kol temizlemiyoruz tek bıçağımız var, sonra müşterilerimiz bizi şikayet eder, kuzu etine bulaştırdığı bıçakla benim kokusuz, güzelim dana etimi kokuttu, ay üstüm başım kuzu kokuyor, bak nerdeyse meleyeceğim ayol diyecekler” demedi. Hazırladığı kuzu kolu kalın kağıda sardı, fiyat etiketini yapıştırdı ve beni kasaya yönlendirdi.

        Kasada bir cam bölmenin arkasında oturan, her halinden dükkanın sahibi olduğu belli benim yaşlarımda bir amca var… Eti tezgaha koydum, “Bir poşete koyun” dedim ödeme yapmak için kredi kartımı cebimden çıkarmaya çalışırken.

        “Önce para dedi.”

        “Poşet parasını peşin mi alıyorsunuz” dedim.

        “Poşetin değil etin parası” dedi.

        “Sen poşete koy ben kartımı çıkarıyorum” dedim.

        Adam ısrarcı:

        “Önce para” dedi tekrar.

        Gözüne nasıl birisi göründüysem artık.

        “Tamam, şöyle yapalım. Sen poşeti aç, ben buradan eti, potaya basket topu atar gibi atayım, muhtemelen tuttururum, bu arada kredi kartımı da öbür elinle al” dedim.

        Adam dalga geçtiğimi sandı.

        “Önce ödemeyi yap” diye ısrar etti.

        “Sence parayı vermeden eti alıp kaçacak birisine benziyor muyum?” diye sordum büyük bir özgüvenle.

        “Belli olmaz” dedi bıyık altından gülerek.

        “Tamam kaçarsam, şu tezgahın arkasında et doğrayan eli satırlı bir sürü adamın var, anında beni yakalayıp satır kıyma yapsınlar.”

        “Beyefendi, parayı ver etini al” dedi, “Bak başka müşteriler bekliyor.”

        Daha fazla uzatmak istemedim, kredi kartımı uzattım, parayı çekti, etimi poşete koydu uzattı bana.

        Dükkandan çıkarken, bir ara kendimi, elinde kuzu kolla Konak Meydanında bir sürü satırlı, beyaz önlüklü kasap çırağının kovaladığı bir adam olarak hayal ettim.

        Ben elimde kuzu kol, eli satırlı kasaplardan kaçıyorum; Konak Meydanındaki İzmir ahalisi de elimdeki kuzu etinin yaydığı et kokusundan kaçıyor. Ben can derdindeyim, onların derdi ne bilmiyorum.

        Diğer Yazılar