Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        “Kanaat önderinin” ahalisinden kalabalık olduğu bu şehre her gelişimde şehir, başka bir veçhesini gösteriyor bana. Bu kadar küçük bir şehrin veçheleri farkı olsa ne yazar diyebilirsiniz, hepi topu avuç içi kadar küçücük bir yer. Öyle demeyin! Bir yığın insanın üst üste alt alta yaşadığı bu küçük şehirde o kadar büyük sosyolojik değişimler yaşanıyor ki, derinine indikçe karşılaştığınız şeyler bazen gülümsetiyor sizi bazen de canınızı yakıyor, ağlamak istiyorsunuz.

        *

        Şehirleri dizayn etmek insanın elinde… Bir plan yaparsınız, o plana uygun bina inşa edersiniz, yollar parklar yaparsınız, sakinlerinin rahat nefes alabilecekleri kanallar açarsınız, kağıt üstünde her şey mükemmel görünür, olur size şehir.

        Ama onun içine insan yerleştirmek… O insanların bir “şehir kültürünü” benimsemelerini, içselleştirmelerini beklemek… İşte o meşakkatli bir iştir. Kağıt üstünde çizdiğiniz plana benzemiyor insanın planlamasını yapmak… Bir kere insan “mühendisliğe” gelen bir yaratık değil. Siz ona uygun bir yerleşim yeri planlarsınız o gelir, oraya yerleşir, kendi bildiğini yapar yine de.

        *

        Yıllar önce bir kez bu şehre geldiğimde, o zamanlar burada belediye başkanlığı yapan bir arkadaşım anlatmıştı. İki komşu yaptıkları evler yüzünde tartışmış, hatta kavga etmiş, aralarındaki husumeti gidermek için de belediye başkanına gelmişler. Anlaşamadıkları nokta şu. Biri iki katlı bir ev yapmış, bitirmiş. Bitişindeki komşusu da aynı şekilde iki katlı bir ev yapmış, üçüncü katı da komşusunun çatısının üstünden genişleterek dört katlı büyük bir binaya dönüştürürken komşusu itiraz etmiş, “benim evimin üstünden geçerek o alana kat çıkamazsın” demiş, tartışmanın neticesinde evinin üstünden bina yükselten komşu, iki katlı evi olan komşusuna demiş ki:

        “Yer senin anladık, hava da mı senin?”

        İlginç bir soru doğrusu. Toprağı bölüşen insan havayı bölüşmeyi devletlere bırakmış. Şehirlerde yaşayan insanların, devletlerin olduğu gibi “hava sahaları” olsaydı, bugün şehirlerde yaşayan keşmekeşe katılacak baş ağrısını düşünsenize bir. Her gün her sabah bir komşu ötekinin “hava sahasını” ihlal eder, birbirlerinin canını okurlardı.

        *

        Şehirleri inşa etmek kolaydır. Bir grup insan yerleşir bir yere zamanla orası şehir olur. Bir padişah, bir şah, bir imparator, bir çar emreder orası şehir olur.

        Mesela, İskandinavların, özellikle İsveçlilerin akınlarından bunalan Çar 1. Petro (Deli dedikleri) bu akınları durdurmak için uzun uzun düşünmüş, o sırada Baltık Denizi kıyısında Neva Nehri’nin ağzında bir yerdedir. Durmuş, önce denize bakmış, sonra karanın içine örümcek ağı gibi girip de birbirine dolanan nehre göz atmış, elindeki asasını yere çakmış ve etrafında bulunanlara, “İşte şehir burada kurulacak” buyruğunu vermiş.

        “Ferman Çarınsa dağlar bizimdir” diyerek kimse işten kaçmamış, kolları sıvamışlar, 16 Mayıs 1703’te Neva Nehri üzerindeki 42 ada üzerinde St. Petersburg şehri inşa edilmiş. Bu şehirle birlikte Rus Çarlığı Avrupa’ya açılan bir kapıya kavuşmuş. Şehir 200 yıl Rus Çarlığına başkentlik yapmış.

        *

        Devletler sadece köy boşaltmaz. Tarihte şehir boşaltan hükümdarlar da görülmüş. Buna dair bir hazin hikayeyi İbn Battuta meşhur seyahatnamesinde anlatır. Delhi’nin boşaltılmasına dair hikayeyi başka bir yazımda “korku” vesileyle anlatmıştım, hikaye şöyle:

        Muhammed Tuğlak, zamanın en güçlü hükümdarıdır. İktidara tutkuyla bağlıdır. Birileri geceleri hükümdarın kabul salonunun duvarları üzerinden içeriye birtakım mektuplar atar. Mektuplarda sinkaflı ifadeler var ve zarfın üzerinde “Cihan Hükümdarının Başı Adına! Bunu Ondan Başka Kimse Okumaya” yazısı vardır. Sultan her mektupla daha bir irkilir, hiddetlenir, korkar, düşmanları her an iktidarını elinden alabilir, ancak etrafında cezalandıracak hiç kimseyi bulamaz. Aklına bütün Delhi halkını cezalandırmak fikri gelir. Zamanın en büyük kenti olan Delhi’de taş üstüne taş kalmayacak; hükümdar kararlıdır. Ancak Muhammed Tuğlak sıkı bir Müslümandır, adalete önem veriyor, bu yüzden şehirde yaşayan herkesin evini satın alır, belki de tarihte yapılmış en büyük kamulaştırmayı yapar, herkesin parasını eksiksiz öder. Onlara da yeni başkent olarak seçtiği Devletabad şehrine gitmelerini emreder. Ahali önce bu karara direnir, bunun üzerine Sultan tellalları sokaklara salarak herkesin üç gün içinde şehri boşaltmasını ister. Çoğunluk bu emre uyar ama içlerinden bazıları da evlerinde saklanır. Sultan kölelerine şehri aramaları emrini verir. Köleler, şehirde biri kör, öteki yatalak iki kişi bulur, onları alıp huzura çıkarırlar. Hükümdar yatalağın mancınığa konup fırlatılmasını; körün ise Delhi’den kırk konak uzakta bulunan Devletabad’a kadar yerde sürüklene sürüklene götürülmesi buyruğunu verir. Yol boyunca kör adamın her parçası bir yerde kalır ve sonunda Devletabad’a yalnızca bir bacağı varır. Bu hadise üzerine geride kalan ahali her şeyini bırakarak şehri terk eder, şehir bomboş kalır, “içi geçmiş viraneye döner” seyyahın demesine göre. Yıkım o kadar büyük olur ki, şehirde canlı namına, bir kedi, bir köpek bile kalmaz.

        Bunun üzerine Sultan sarayın damına çıkar. Tek bir kandilin bile yanmadığı sessiz, virane şehre bakar ve şunları söyler:

        “Şimdi içim rahat ve öfkem yatıştı.”

        O an Sultan “tek”tir. “En güçlüden” “tek” insan mertebesine ulaşmıştır. Şehirde yaşayan herkes, köpekler, kediler, eşekler, insanlar kırk günlük uzaklıktadır. Ateş yok, duman yok, ışık yok. Kandiller yanmıyor, ocaklar tütmüyor, çocuk sesleri hak getire...

        Sultan yapayalnızdır. İçi rahattır. Çünkü gözünün gördüğü yerde onun için “tehlike” teşkil edecek hiç kimse yoktur.

        Artık korkulacak hiçbir şey yok!

        Bir süre sonra Sultan ahaliye şehre geri dönme çağrısı yapar ancak bu çağrıya çok az kişi uyar. Delhi o kadar büyük bir şehirdi ki, geri dönenler onu dolduramaz, şehir hep eksik kalır.

        *

        Eksik de olsa, harabe de olsa, kalıntıları da kalsa şehir hep oradadır. Yeniden inşası insanın çabasına bakar. İkinci Cihan Harbi sonrası Avrupa şehirlerini, mesela Berlin’i getirin gözlerinizin önüne. Hepsi kısa sürede yeniden “inşa ve dizayn” edildiler.

        İnsanın dizaynı pek mümkün değil ama.

        Meşhur hikayedir...Hepimizin başına gelir. Meşgulüzdür o sırada, küçük çocuğunuz gelir, ille de size dalaşır, işinden eder. Başından savmak için çoğu zaman eline cep telefonunu veya tablet veririz çocukların. Zaten çocuk da ona bu aletleri verelim diye sataşmıştır bize.Hikayemizin geçtiği dönemde bu aletler henüz icat edilmemiş. Çocuk babasına musallat olmuş, baba da çocuğu başından savmak için elindeki dünya haritasını yırtmış, çocuğuna vermiş: “Hadi şu haritayı düzeltsene” demiş ve işine dönmüş. Bir iki dakika içinde çocuk haritayı eski haline getirip babasına uzatmış. Baba daldığı işinden kafasını hayretle kaldırmış: “Nasıl düzelttin bu kadar kısa sürede çocuğum?” diye sormuş.Çocuk;

        “Haritanın arkasında bir insan figürü vardı, onu düzelttim, dünya kendiliğinden düzeldi” demiş.

        *

        Şehirleri “dizayn” etmek kolay ama içinde yaşayan insanları şehirli yapmak “mühendisliğe” gelmez. Köyleri boşaltır, şehirleri köy yaparsanız, ora ahalisi şehirli olmaz, tam tersine köylüler, şehirlileri de köylü yapar. Baskın karakterdir köylü, uyanıktır. Gelirken şehre beraberinde her şeyi dönüştüren "yaşama alışkanlıklarını" da getirir.

        Evet, son birkaç ayda dolaştığım şehirlerde bombalar patlamıyor, insanlar dağa kaçırılmıyor, haraç bitmiş, kimse yol kesmiyor, dağlar pancar toplamaya açılmış, devlet zırt pırt kendi verdiği kimliği sormuyor, ahali güvenlik elemanlarını gördüğünde ödü kopmuyor, işi olan işinde, ekmek bulan yiyor amenna, huzur var, güven var ama sanki bir şeyler eksik… Herkes yeniden bir aidiyet peşine düşmüş. Mikro milliyetçilik gittikçe yaygınlaşıyor, komşu şehirde, komşu şehrin dernekleri çoğalıyor, mikro faşizmin yuvası olan hemşeri ve aşiret derneklerinde kümeleniyor insanlar ve her küçük grubun başında bir değil birkaç “kanaat önderi” var.

        Şiddetin kol gezdiği 90’lı yıllardan itibaren köylerinden kovulup şehirlere tıkıştırılan; şehirde tefecilikle, yapsatçı müteahhitlikle, koyun kaçakçılığıyla palazlanmış, demode kıyafetinden kurtularak uyumsuz bir gömleğin üzerine kravat bağlamış bir yığın uyanık köylü, vakti zamanında Fetö’cülerin hayatımıza soktuğu deyimle zamanla “kanaat önderi” mertebesine ulaşmışlar.

        Bugün “kanaat önderi” sıfatıyla şehirlerin başına musallat olmuş o şahsiyetlerin herhangi bir konuda bir “kanaati” olması ne mümkün ne gereklidir.

        O “kanaat önderleri” hemşericiliği, aşiretçiliği, kabileciliği körükleyerek, o harap olmuş şehirlerde yeni bir insan tipini dizayn etmeye çalışıyorlar. Taziyelere herhangi bir konuda bir kanaati olması mümkün olmayan bir yığın adam, peşine bir sürü köylü takıp gidiyor. Düğünlere, mevlitlere, bayramlaşmaya, herhangi bir törene hakeza… Aşiret federasyonları yeniden kurulmuş. Federasyon ağaları alt düzeyde ağa ataması yapıyor. Düğünlerde aynı zamanda ağa olan “kanaat önderi” elinde mendil halay başını çekerken, arkasına dizilmiş birkaç koruma aynı şekilde kol kola girerek ağanının tutturduğu ritme uygun bir şekilde dans ederek koruma vazifesi yapıyorlar.

        O “kanaat önderlerinin” birçoğunun arkasında birer “kabahat” var oysa. Bu yüzden oraları iyi bilen bir dostumun deyimiyle onlar değil “kanaat önderi” olsa olsa “kabahat önderi” olabilirler ancak.

        Şu sıralar bulundukları şehirlerde kendini birer Deli Petro, Muhammed Tuğlak, hatta Napolyon sanan o “kabahat önderlerine”, “bir şehirde elli-yüz kanaat önderi olmaz, olsa olsa kanaat sahibi bir iki şahsiyet olur, o da zor ya,” diyecek kimse yoktur ne yazık ki. Devlet de onlara “önder” muamelesi yapınca, onlar da “kabahatlerini” “kanaat” diye her daim bir “öndere” ihtiyaç duyan köylülere kolayca yutturabiliyorlar.

        *

        Olan da şehirlere oluyor. Çocukluğumun güzelim şehrinin sokaklarında ahaliden çok “kanaat önderi” dolaşıyor şimdi. Şehrin gerçek sahipleri oraları o adamlara bırakıp çoktan kaçmışlar büyük şehirlere ne yazık ki.

        Diğer Yazılar