Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bazı çeviri şiirler okurken, o şiirin yazıldığı asıl dili merak eder, büyük bir iştahla o dili öğrenme isteği uyanır içimizde. Bazı romanları okurken de öyle; okuduğumuz romanın geçtiği mekanı merak eder, bir an önce oraları gezip görme isteğiyle yanıp tutuşuruz.

        Hafız’ı her okuyuşumda Farsçayı; Goethe’yi her okuyuşumda Almancayı bilmediğime hayıflanırım. Birçok romanın geçtiği mekanı merak etmişim ama en çok İvo Andriç’in “Drina Köprüsü”nü okurken olmuştu; bir an önce kalkıp Drina nehrinin geçtiği o coğrafyaya gitme isteği uyanmıştı içimde.

        Ama nerde, o zamanlar Edirne’ye bile gitmem mümkün değildi.

        *

        Drina nehrinin üzerindedir köprü. Koca Sinan’ın eseridir. Onbir gözlüdür. Köprüyü 1577 yılında Sokollu Mehmet Paşa yaptırmış Mimar Sinan’a.

        İvo Andriç denilen Sırp romancının aklına günün birinde sağlam bir fikir düşer. Balkanlar dünyanın en tuhaf bölgelerinden birisidir. Birbirinden farkı diller konuşan, farklı inançlara sahip, gelenekleri farklı bir yığın millet bir arada yaşıyor orada. Yaşamak denecekse tabi. Çok uzun yıllar birbirinin kanına ekmek doğrayıp yemişler.

        REKLAM

        Büyük romancının aklına gelen fikir ise kendi deyimiyle şöyleydi:

        “Birlikte geçirilen bir felâket kadar insanları birbirine bağlayan hiçbir şey yoktur.”

        Bilirsiniz, bütün büyük romanlar, tek cümlelik sağlam bir fikirden doğmuşlar.

        Felaketler; Balkan coğrafyasına din, dil, ırk ayrımı yapmamış tarih boyunca, herkesi önüne katıp sürüklemiş. O halde yukarıdaki cümleden muhteşem bir roman çıkabilir. Çıktı da… “Drina Köprüsü” romanı 1945 yılında, İkinci Cihan Savaşının hemen bitiminde yayınlanır. Yazarı 1961 yılında da Nobel’le mükafatlandırılır. Kitabın başkahramanı bir insan değil, Drina nehridir. Nehir, günümüzde Bosna Hersek-Sırbistan sınırını çizerek, Balkan coğrafyasının kuzey kesiminden bir yılan gibi kıvrılarak iner, uzunluğu 346 kilometredir.

        İşte bu nehrin içinden geçtiği coğrafyada yaşanan felaketleri kendine mesele yapan İvo Andriç, “insanları birbirine bağlayan felaketleri” anlatırken romanında 450 sene öncesine de gider.

        O zamanlar nehir her yerde geçit vermiyordu. Vişegrat’ta bir sal vardı, onunla karşıya geçip geliyordu insanlar.

        İşte o salın Sadrazam Sokollu’nun hayatında mühim bir yeri var; bu yüzden de Mimar Sinan’a köprüyü ille de buraya yapmasını emreder.

        *

        1519 yılında Edirne sarayına getirilip devşirilmeden önce vezirin adı Sokoloviç’ti. Bir yığın şeyi hatırlayacak yaşta olmalı yeniçeriler köylerini basıp onu zorla annesinden kopardıklarında. Başka çocuklar da vardı at sırtında onları taşıyan sepetlerin içinde.

        O tarihlerde yeniçeriler Hıristiyan köylerine girer, küçük çocukları saraya götürüp devşirmek üzere ailelerinden zorla alır, sepetlere koyar, sepetleri atlara yükler, kafile hareket eder etmez de o çocukların anneleri yeniçerilerin ardına düşer, ağlaya sızlaya, yalvara yakara çocuklarını geri ister, yeniçeriler oralı olmaz, onlar da kafilenin ardından koşar, kafile uzaklaştıkça kadınların feryatları daha da çoğalır, Vişegrad’a varır varmaz çocuklar sala bindirilir, sal hareket edince kadınlar nehre atlayamadıkları için dövünür, saçını başını yolar, nehir kenarında çaresizce ellerinden alınan çocuklarının bir kuş misali uçup gitmelerini seyreder, çocuklar da salda son defa annelerine bakar, uzaklaştıkça annelerinin feryatlarını en saklı yerlerinde muhafaza ederek yeni hayatlarına doğru inceden inceye yol alırlardı.

        REKLAM

        Sokoloviç de o çocuklardan birisiydi. Annesinin çığlıklarını Vişegrad’ta bırakmıştı. Osmanlının en görkemli zamanlarında bir o kadar azametli bir vezir olan Sokollu Mehmet Paşa, Mimar Sinan’a Vişegrad’ta bir köprü yapma emrini verdiğinde, o gün nehir kenarında çaresizce ellerinde alınan çocuğuna hüzünle bakıp ağlayan annesinin çığlıkları vardı herhalde kulaklarında. Eğer o gün o nehrin üzerinde bir köprü olmuş olsaydı, belki de annesi bir süre daha ardından koşacak, o da bir nebze bile olsa annesini biraz daha fazla görmüş olacaktı.

        *

        Osmanlı döneminde yapılan köprülere karşı çıkanlar var mıydı; “Ey Mimar Sinan, körü yapacağına git aşevi yap” diyenlere rastlanıyor muydu o dönemde bilmiyorum ama yıllar yılı birbirinden uzak olan İstanbul’un iki yakasını birbirine yaklaştıracak bir köprü yapma fikri 1960’lı yılların sonunda ortaya atıldığında, hemen “istemezük” diyen bir gür ses duyuldu memleketin her yerinde.

        İvo Andriç, “Drina Köprüsü” romanının 146. sayfasında şöyle bir şey söyler:

        “Tabiat kanunlarına göre insanlar daima bütün yeniliklere karşı gelirler. Ama bu uzun sürmez. Çünkü önemli olan, hayatın anladığı biçim değil, hayatın kendisidir.”

        *

        1968 yılında “Boğaz Köprüsü” fikri ortaya atıldığında muhafazakarlar pek dert edinmediler ama “solcular” bu fikre şiddetle karşı çıktılar. Gerekçeleri makul görünüyordu. Dediler ki, İstanbul’da yanlış bir plan uygulanıyor. Şehri terk merkez olarak değil, iki merkez gibi planlayalım. Bu iki merkezin birbiriyle ilişkisi fazla olmasın. Her yakada yaşayan orada görsün işini. Yoksa ilerde işimiz zorlaşır. Bir değil zamanla birkaç köprüye ihtiyaç duyarız. Bu da Boğaz’ın üzerini betonla örtmek olur. Babıali’de, Boğaza köprü yapılmasına en çok karşı çıkan gazete de Milliyet’ti. Zira gazetenin sahibi Ercüment Karacan’ın Ortaköy’de bulunan köşkü köprünün ayaklarının altında kalıyordu.

        Solcuların köprüye karşı çıkıma fikri ilk bakışta makul bir fikir gibi görünüyordu. Ama o sıralar, sırtına denklerini almış köylüler akın akın İstanbul’a geliyordu. Havadar bir tepede, Boğaz’ı gören en güzel yerlerde pıtırak gibi gecekondular bitiyordu. Solcular da elde kazma kürek “halkımızın” yardımına koşuyordu. Gecekondu yapan köylülere yardım ediyor, kamu arazilerinin işgaline, halkımızın Boğaz tepelerine çirkin köyler kurmalarına ses çıkarmıyor, tam tersine onlara yardım ediyorlardı. Ne de olsa yarın devrim “şehirlerde başlayacak” buralarda “proleterleşmiş” köylüler devrimin “itici gücü” olacaklardı.

        REKLAM

        O yıllarda her yeri “romantik” bir köylülük sarmıştı. Köy edebiyatı kök salmış, köyü anlatan romanlar revaçtaydı, köy şiirleri yazılıyor, köy resimleri yapılıyor, her evde dekor mahiyetinde bir “şark köşesi” bulunuyordu. Her evin duvarına bir saz asılıyor, köy türkülerini dinleyen şairler “şairliklerinden utanıyordu”. Herkes Türkçesini bozmaya çalışıyor, günümüzün Sırrı Süreyya Önder’i gibi “şiveli” konuşmaya özen gösteriyordu.

        Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar gibi büyük şairler “küçük burjuva” şairiydi, mesela bugün şiir liginde oynamayan Şemsi Belli gibi bir şair ise el üstünde tutuluyordu.

        *

        Malatya’nın Arguvan ilçesinin Kızıluşağı köyünden çıkmış Şemsi Belli, o tarihlerde “şiveli” şiirler yazıyordu. Madem “şiveli” romanlar edebiyatta egemendi, sinemada şiveli konuşuyordu artistler, o halde şiirin sinemadan, romandan ne eksiği vardı! Gazeteci olarak memleketin her yerini gezmişti. Bir biçimde yolu Hakkari’ye de düşmüş, Zap nehri üzerinde hiçbir köprünün olmamasına canı yanmış, nehrin öteki yakasında kalan köylülerin çocuklarını hastaneye görememeleri dramını “Anayaso”yla şiirleştirmişti. Şiirde “Şawîte” köyü “Şavata” olarak geçiyor, şiir şöyle:

        “Gul, gurban olduğum Hökümet Baba!

        Baa bir alfabe veremez miydin?

        Gara dağlar gar altında galanda

        Ben gülmezem

        Dil bilmezem

        Şavata'dan Hakkari’ye yol bilmezem

        Gurban olam, çaresi ne, hooy babooov?

        Bebek yanir, bebek hasda, bebek ataş içinde

        Ben fakiro,

        Ben hakiro

        Dohdor ilaç, çarşı bazar tam-takiro

        Gurban olam bu ne işdir hooy babooov!

        Çoçiğ ağliir, çoçiğ öliir, geçit vermiy Zap suyu

        REKLAM

        Parasizo,

        Çaresizo

        Ben halsizo, ben dilsizo, şeher uzah, yolsizo

        Bu ne haldır, bu ne iştir hooy babooov!

        Gara dağda, gar altında ufağ ufağ mezerler

        Yeddi ceset hetim hetim Zap Suyunda yüzerler

        Hökümata arz eylesem azarlar

        Ben ketimo

        Ben hetimo

        Ben ne biçim vatandaşım hooy babooov?

        Şavata'tan Angara'ya ses getmiir

        Biz getmeğe guvvatımız hiç yetmiir

        Malımız yoh

        Yolumuz yoh

        Angara'ya ses verecek dilimiz yoh

        Ganadımız, golumuz yoh

        Bu ne biçim memlekettir hooy babooov?

        Yerin, yurdun adresesin bilmirem

        Angara'da: Anayasso!

        Ellerinden öpiy Hasso

        Yap bize de iltimaso

        Bu işin mümkini yoh mi hooy baboov?

        *

        Bu şiiri ilk defa Atilla Aşut 15 Mart 1968 günü Trabzon Devrim Ocağı’nın 6’ıncı kuruluş yıldönümü toplantısında okur. Toplantıya katılanlar adeta büyülenir. Ertesi gün Savaş Gazetesi, şairi bilinmeyen bu “şiir olayını” haber yapar. Ortalık toz duman olur. Sağcılar bas bas bağırmaya başlar. Adalet Partililer hop oturup hop kalkar, “bu şiirde basbayağı Moskofluk, yani komünistlik” yapılmaktadır! Savcılar nerde?

        Uzun bir süreden beri böyle bir “vahiyi” bekleyen romantik solcuların dünyasına şiir adeta bir kurtarıcı gibi iner. Yoksulluğa, doktorsuzluğa, ilaçsızlığa, haksızlığa canı yanan solcu gençler şiiri teksirle çoğaltır, elden ele geçer, yurt odalarında, devrimci gecelerde, toplantılarda, mitinglerde coşkuyla okunur.

        REKLAM

        Ancak şiiri yazan meçhul şair henüz ortalıkta yoktur. Herkes her yerde fellik fellik “Anayaso”nun şairini arayıp duruyor. Şemsi Belli bir yerlerde “aradığınız benim, ben yazdım” diye bağırıyor ama duyan yok.

        *

        Bu sırada Milliyet Gazetesi çoktan “Boğazda köprüye hayır” kampanyasını başlatmış. Gazetenin köşe yazarlarının elinde “bomba gibi” bir malzeme var: Anayaso Şiiri... Gazetenin en etkili köşe yazarlarından Hasan Pulur, 3 Nisan 1968’de “Olaylar ve Görüşler” köşesinde şiiri yayınlar ve yazarını aramaya başlar. Aynı gün gazetede şu haber de çıkar:

        “İstanbul’da milyar harcanarak Boğaz Köprüsü yapılırken, Hakkari’de insanlar Zap Suyu’nu telle geçiyor.”

        “Boğaz’a köprü yapacağınıza, Hakkari Zap suyuna köprü yapın!”

        Hasan Pulur’un yazısından sonra Şemsi Belli ortaya çıkar, şiirin kendisine ait olduğunu söyler.

        (1971’de Selda Bağcan şiiri besteleyerek şarkıya dönüştürür.

        Selda Bağcan’ın Moğollar’la kaydettiği “Anayaso” düzenlemesinin basıldığı plakta şu not var:

        “Bu şarkı; Doğu Anadolu'nun daha da doğusunda Hakkari dolaylarında, kış aylarında Zap suyu adı verilen üstü köprüsüz deli dolu akar bir çayı geçerek hasta bebeklerini doktora ulaştırmak isteyen ve ceplerinde Türkiye Cumhuriyeti nüfus kağıdını taşıyan insanların, çocuklarını boz bulanık Zap suyunun çağıltıları içinde yitirmenin öyküsüdür.”

        Bir yıl sonra, 16 Mart 1972’de Cumhuriyet Gazetesi’nde şu haber çıkar:

        “....yurdumuzda ilk kez bir şiirin şairi mahkeme kararı ile tespit edilmiş ve (Anayaso) şiirinin Şemsi Belli'ye ait olduğu Ankara Ticaret Mahkemesi'nin 1972/12 sayılı kararıyla açıklanmıştır....”

        REKLAM

        12 Eylül’den sonra çok uzun yıllar unutulan şiiri 2014 yılında Başbakan Erdoğan, Ak Parti Grup toplantısında okur, yeniden gündeme gelir.)

        *

        Şimdi tekrar 1969 yılına dönelim. “Anayaso” şiirinin yarattığı “sinerji” devrimci gençlerin kanını daha da kaynatır. “Bırakalım Boğazı moağzı, haydi çocuklar, Hakkari’ye gidip Zap nehrinin üzerine bir köprü yapalım.” İTÜ, Güzel Sanatlar Akademisi, Tıp Fakültesi ve ODTÜ öğrencileri harekete geçer, güç var ama para yoktur! Abdi İpekçi’nin yönettiği Milliyet Gazetesi hemen bir kampanya açar, elini çabuk tutmalı, zira patronun köşkü gümbürtüye gitmek üzeredir!

        Para ve her türlü ayni yardım kabulümüzdür. Bugün değil en geç yarın devrim bekleyen gençler adeta seferber olur. Sokaklarda rozet satmaya başlarlar, film setlerini ziyaret edip paralı artistlerden bağış alırlar. Akademisyenler de destek verir, Mimarlar Odası her türlü teknik desteğe hazırdır.

        En büyük bağışı, Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan yapar, o tarihler için iyi bir meblağ olan 3 bin lira bağışlar. 128 bin lira nakit, bir dolu ayni yardım toplanır.

        *

        1969 yazında, aralarında Ragıp Zarakolu, Necati Doğru, Mimar Sungur Ertan, Arkeolog Yaşar Yılmaz gibi isimlerin yer aldığı 70 kişilik bir devrimci-öğrenci grubu Hakkari’ye gider. Taş taşıyarak, harç kararak, ahşap oyarak, tel gererek tam 53 günde, Şemsi Belli’nin şiirinde geçen Şawîte köyüne giden yolda, Zap nehrinin üzerine “Devrimci Gençlik Köprüsü” adını verdikleri bir asma köprüyü yaparlar.

        Ben köprünün inşaatından üç sene sonra köyden Hakkari şehir merkezindeki yatılı okula okumak üzere geldim. O köprünün ora ahalisinin dilindeki adı “Deniz Gezmiş Köprüsü”ydü o zamanlar. Bir efsane dolaştı durdu bütün gençlik yıllarım boyunca, Deniz Gezmiş Hakkari’ye gelmiş, köprünün inşaatında çalışmıştı! İnşaat sürerken yorulan gençler bulabildikleri her fırsatta şehre gelip lisenin bahçesinde voleybol oynuyorlarmış. Saçları uzun, kıyafetleri düzgün, yakışıklı her genç o tarihlerde Deniz Gezmiş’ti birçok kişinin gözünde.

        REKLAM

        Milliyet Gazetesi adına gelişmeleri takip etmekle görevli muhabirlerden birisi de Halit Çapın’dı, iki ay boyunca gençlerle birlikte orada yaşamıştı. İlk tanıştığımızda Hakkarili olduğumu öğrenince bir akrabasını görmüş gibi sevinmişti. Doğan kızına, bu yüzden oralarda öğrendiği Kürtçe bir isim olan “Berfu” adını koymuştu, “Oralarda Perişan adında çocuklar gördüm Kürdoğlu” diyordu bana üzülerek; o üzülüyor, ben gülümsüyordum o anlatırken. Günün birinde “O Perişan değil Halit Abi, Perişa”dır dedim, “Perilerin şahı” demek”, çok şaşırmıştı.

        *

        12 Eylül’den sonra birçok şey silindiği gibi, “Devrimci Gençlik Köprüsü” adı da çekiçlerle, keskilerle silindi köprünün beton ayağından. Köprü isimsiz devam etti hayatına. 1998 yılında Milliyet Gazetesinde, “Gazetemizin başlattığı kampanyayla inşa edilen köprü 30 yıldır dimdik ayakta” diye bir haber çıktı. Sanki birileri bu haberi bekliyordu, bu haber yayınlandıktan bir sene sonra Mayıs 1999’da yine Milliyet gazetesinde bir haber daha çıktı.

        “Gençlik Köprüsü bombalandı.”

        *

        “Drina Köprüsü” romanında İvo Andriç der ki:

        “… insanoğlu köprü yapmayı Allah’ın meleklerinden öğrenmiştir, bu nedenle, çeşmeden sonra, en büyük sevap, köprü inşa etmek, en büyük günah ise, bir köprüyü yıkmaktır.”

        “Gençlik Köprüsü”nü kim bombalayarak yıktı, hâlâ meçhul... Resmi hiçbir açıklama yok ama kuvvetli kanı, “Üzerinden teröristler geçiyor” diyerek dönemin güvenlik kuvvetleri tarafından bombalandığıdır.

        Köprünün bombalanmasından on sene sonra, yazar Cezmi Ersöz bir girişim başlattı.

        “Haydi gençler, Devrimci Gençlik Köprüsü’nü yeniden inşa edelim!”

        Kampanya büyüdü. Gerekli para toplandı. Hep beraber Hakkari’ye gidildi, ben de gitmiştim.

        O sırada Hakkari’de efsane valilerden Muammer Türker vardı. Vali Türker hiçbir engel çıkarmadı.

        REKLAM

        Köprü sanatçılar, aydınlar, sivil toplum örgütleri ve öğrenciler tarafından tekrar inşa edildi. 1 Ekim 2010’da 81 ilden gelen gençlerin katılımıyla yeniden açıldı.

        *

        Bu arada bütün bu tarih boyunca İstanbul Boğazına iki köprü daha inşa edildi. İki defa denizin altından girip çıkıldı. Çanakkale Boğazının da iki yakası bir araya geldi geçenlerde.

        Perşembe günü Hakkari’den Van’a dönerken geçtim oradan, Gençlik Köprüsü yerindeydi şükür ama ismi tekrar silinmişti beton ayağından. Apollinaire’in Mirabeau Köprüsü şiirini, (Seine akıyor Mirabeau Köprüsü’nün altından) dizesini bozarak terennüm ettim Gençlik Köprüsünün yanından geçerken:

        “Günler geçiyor günler haftalar yaman

        Ve dönmüyor geri

        Ne çıkıp giden aşklar ne geçen zaman

        Zap akıyor Gençlik Köprüsü’nün altından

        Çalsana saat insene ey gece

        Günler geçiyor bense hep aynı yerde”

        *

        Kim söylemişti, nereden görüp not etmişim defterime hatırlamıyorum, diyordu ki o zat, “Köprüler arada kalmışlığı, tarafsız kalma mecburiyetini, bir yere tam olarak ait olamamayı ve buna rağmen alıp başını gidememeyi, dolayısıyla zorunlu yalnızlığı en iyi, daha doğrusu en hüzünlü ve vakur şekilde temsil eden yapılardır”.

        Diyene selam olsun!

        Bu arada Selda Bağcan’ın Moğullar'la yaptığı “Anayaso” şarkısının linki de şurada:

        Diğer Yazılar